Evrenselleşen Anadolu Aleviliği
Evrenselleşen Anadolu Aleviliği
Anadolu Aleviliğinin Inanç Boyutu ve Tasavvuf Felsefesi hakkında sağlıklı bir bilgiye varmak için önce, Alevilik neden ve nasıl doğdu?. Daha sonra Anadolu’da yapılanıp ve evrenleşen Aleviliğin tarihsel gelişimini ele almak gerekir.
Hz.Muhammed, Hakk’a yürümeden önce, orda bulunan ashabına (yakın dava arkadaşlarına) “Bana bir kalem ve kağıt getirin, size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa (uyumsuzluğa/anlaşmamazlığa) düşmeyesiniz.” demişse de Hz.Muhammed’in bu isteği yerine getirilmemiş ve vasiyetini yazdırmadan Hakk’a yürümüştür. Orda bulunan yakın dava arkadaşları içinde Ömer, Peygamberin bu isteğine karşı çıkmış ve O’nun hastalığından dolayı ruhu dengesi yerinde olmadığı için ne söylediğini bilmiyor iddiasını öne sürmüştür. Halbuki, Ömer ve onun gibiler Hz.Muhammed’in, Şahı Merdan Ali’yi kendisinden sonra halife/imam göstereceğini çok iyi biliyorlardı, bildikleri içinde bu vasiyete engel olmuşlardır.
Daha sonra Şahı Merdan Ali ve diğer aile fertleri Hz.Muhammed’in defin işleriyle uğraşırken, Ebu Bekir ve Ömer’in aralarında bulunduğu ensar (yardımcı/koruyucu) ve Muhacirin (Göçmen) ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Orda bulunan Hz.Muhammed’in dava arkadaşları bu konudaki görüşlerini belirtirken, kimileri geleneği, kimileri soy bakımından Hz.Muhammed’e yakınlığı, kimi bilgi alanında yetkiyi önemser. Gelenek Ebu Bekir’e, yakınlık ve bilim Şahı Merdan Ali’ye öncelik tanır. Şahı Merdan Ali’yi tutanlar, O’nun halife olabilmesi için Hz.Muhammed’in son veda hac dönüşünde, Gadir-i Hum’da bir süre dinlenerek binlerce kişinin önünde “Ben kimin mevlası isem, Ali onun mevlasıdır. O’na dost olana dost (Tevella), düşman olana düşman (Teberra) ol, O’na yardım edene yardım et, O’nu şimdiden size, halife/imam olarak seçtim” dediğini ileri sürdüler.
Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir’in halife olması ile sonuçlandı, daha sonra sırasiyle Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Hz.Muhammed’in net ve açık bir şekilde, kendisinden sonra kimin islam toplumuna önderlik (halife/imam) yapacağına işaret etmişse de peygamberin, bu emrine uymayarak, bu üç kişinin halifelikleri gerçekleşmiş, dolaysıyla günümüze dek yüzyıllardır tartışılagelmiştir.
Şahı Merdan Ali ve Fatıma Ana bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, gelişmekte olan islam dininin zarar görmemesi için ve şahsi ve iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir.
Dolaysiyle Aleviliğin kökeni genel olarak Hz.Muhammed’in dünyasını değiştirdikten sonra, ortaya çıkan, kimin halife olacağı sorunuyla birlikte Emevi (Sünni), Haşimi (Alevi) meselesinin ilk tohumlarını atmıştır.
Hz.Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra, Ehl-i Beyt’in başına gelenler, bunlardan en önemli Kerbela olayı ve halife Oaman’ın yönetimi döneminde akrabalarına, yani Emevi mezhebine gösterdiği aşırı yakınlık ve devlet yönetimine (valiliklere) Emevi mezhebinden tayin etmesi ve diğer mezhepleri suistismaller ona karşı bir çok yerlerde (Mısır, Irak, Hicaz ve Suriye) yoğun bir hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Bu gibi bir çok dengesiz yönetim şekli Osman’ın öldürülmesine neden olmuştur. Emevilerin, Ehl-i Beyt’e ve diğer miletlere yapılan zulüm ve estirdikleri terör sonucu Aleviliğin; inançsal ve siyasal bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Arap çoğrafyasının dışındaki çoğrafyalara yayılmasına neden olmuştur.
Ve Türkler islamiyet’i dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda tanıdılar. Anadolu insanı tanıştığı islamı ve islam’a mal edilen Arap milliyetçisi unsurlara yer vermeden akıl ve mantık ile gözden geçirip, Arap örf ve adetlerini içeren niteliklerinden soyutlayıp islamı öz itibariyle kabul ettiler.
Anadolu Aleviliği; Arap adasında savaşların hat safaya çıkmasından dolayı bölgeden dışarıya göçler başladı. Işte bu göçler ve başka yollarla Anadolu’ya giren Horasan Erenleri (Hünkar Bektaş Veli, Hace Ahmet Yesevi, Ebul Vefa, Abdal Musa, Seyyid Safi, Şah Hatai, vs.); Anadolu islamlaşmasını sağlayan ve Anadolu halkı, geçmiş uygarlıklarıyla Horasan üstünden gelen islam’ı, yeni bir yapılanmaya tabi tuttu ve farklı bir sentez oluştu. Bu sentezin felsefesi, Tasavvuf Felsefesidir.
Onaltıncı yüzyılın sonlarına gelindiğinde Anadolu’da Alevilik veya o dönemdeki adıyla “Kızılbaşlık” organizasyonunu tamamlamış, dinsel ve sosyal kurum ve kuralları bugün bilinen görünümünü kazanmış durumundaydı.
Anadolu Aleviliği, Hz.Muhammed ve Şahı Merdan Ali’nin kurduğu ve onların soyundan gelen On Iki Imamlar’ın yürüttüğü inanç sistemidir. Ve Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği din olan islam’ın özüdür.
Serime bir sevda geldi,
Muhammed Ali’den beri.
Yandı vücudum kül oldu,
Ta Kalubela’dan beri.
Ali’nin Fatma Kamber’i,
Hırka tutunur önleri,
Severim On Iki Imam’ları,
Atası pirimden beri.
Hasan’la Hüseyin’i sevdim,
Ikrarım onlara verdim,
Kafirleri bütün kırdım,
Halil-ür-Rahman’dan beri.
Zeynel Abbidin yolları,
Açılır gonca gülleri,
Bakır Imamlar serveri,
Severim soyundan beri.
Muhammed dünyaya geldi,
Şu alem nur ile doldu,
Hacem Imam Cafer oldu,
Okuram Kur’an’dan beri.
Tasavvuf felsefesi, Alevi inanç sisteminin, yaşama tarzının temel kaynaklarından biridir. Tasavvuf, islam dinininin batini (bilinmeyen, görünmeyen) yorumu olarak dinin tebliği ile birlikte varolan, onun özünü anlama ve yaşama halidir. Tasavvuf, insanın kendini bilme yolu, nefisle mücadele yöntemi, Hakk ile hak olma inancı, sır ilmi, aşk ilmidir. Bu yolda yürüyene tasavvuf ehli, mutasavvıf, sufi denir. Mutasavvıflar (Alevi Yol Erenleri, Yedi Ulu Ozanlar)Kur’an tevsirinin geliştirilmesinde büyük rol oynamışlardır. Onlar sadece sözcüklerin mealini yani zahiri manasını vermekle yetinmemiş, sözcüklerin ardındaki simgesel anlamı, batini manasını açığa çıkarmaya çalışmışlardır, ve çıkarmışlardır. Böylece Anadolu Alevi islam dininin hoşgörüye açık, herkesi kucaklayan özünü yakalamışlardır.
Sufi’nin benimsediği Vahdet-i Vücut felsefesi (varlıkların birliği) inancına dayanır. Buna göre; evrenin ve hayatın kaynağı mutlak varlık, Allah’tır. Allah evrende ve insanda tecelli etmiştir. Ve dolaysıyla evren ve insan Hakk’ın aynasıdır. Onlar birer surettir, suret ise o şeyin kendisi değildir. Zamanda yaratılış yoktur, sürekli ilerleme, ilahi sıfatın tecellisi vardır. Tanrı’nın tecellisi süreklidir. Bu süreklilikte bir kesinti olsa evren diye bir şey kalmaz.
Tasavvuf, islam’a sonradan eklenmediği gibi, ondan sapma da değildir. Tasavvuf dinin özüdür. Bu tez ile Aleviliğin islamın özü olarak başlangıcından beri varolduğu, sonradan çıkan ihtilaflara bağlı olarak oluşan bir tepki hareketi olmadığı tezi uyuşmaktadır.
Şahı Merdan Ali’ye gayp ilminin (batıni ilmin) Hz.Muhammed tarafından aktarıldığı kabul edilir. Hz.Muhammed “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır” diyerek bu ilme yani tasavvufa Şahı Merdan Ali’den gidilebileceğine işaret eder. Tasavvuf konusunda derin bilgileri özümlemiş olan Şahı Merdan Ali kendisinden sonra yetişecek olan sufilerin ilk ideal tipidir. Sufi topluluklarının kendilerini Şahı Merdan Ali’ye ve Hz.Muhammed’e bağlaması da tasavvufun sonradan oluşmadığı anlayışını desteklemek içindir.
Tasavvuf dünyasında sufiliğin manevi ataları arasında, Peygamberlerin ve Şahı Merdan Ali’nin yakınında yer alan isimler arasında Selman-i Farisi önemli bir konuma sahiptir. Acem asıllı bir berber olan Selman esnaf tabakasının temsilcisi konumundadır ve “Selman-ı Pak” adıyla bugün Ayin-i Cemlerinde temizliğin simgesi olmuştur. Ayrıca o dönemde Ashab-ı suffa, Ebu Dar el Gifari (ölm. M. 653), Yemen’de yaşayan Veysel Karani ve daha bir çok sufinin yaşadığı bilinmektedir. Özellikle Zünun Mısri (ölm. M. 858), Beyazid Bistami (Ölm. M. 848 veya 874), Cüneyid’i Bağdadi (ölm. M. 909), Hallac-ı Mansur (ölm. M. 921), Türkmen boylarının müslüman olması sürecinde etkin olan mutasavvıflardır.
Tasavvuf, islam dininin yayıldığı her yere ulaşmış ve dini zahiri olarak anlayan, onu kişisel çıkar ve siyasal amaçlarına göre yorumlayanların karşısında olmuştur. Türklerin islamdan önce farklı inançlara sahip oldukları bilinmektedir. Uygar/Dokuz Oğuzlar Budizm’i, Hazar Türkleri Museviliği, Oğuz ve Kırgızların bir kısmı Hıristiyanlığı seçmişlerdi. Gök-Tanrı inancı ve Şamanizm ise yaygın egemen inanç sistemiydi. Türkler, iki yüzyıldan fazla Arap ordularına karşı direndiler ve Emevilerin kılıçla, zorla müslümanlaştırma siyasetine karşı çıktılar. Buna karşılık tasavvuf ehlinin hoşgörü yüklü dinsel mesajlarından etkilendiler. Bu insanı merkez olan dinsel anlayış Türkmenlere Horasan üzerinden ulaştı.
Anadolu’ya yayılan Horasan Erenleri (Sufiler, mutasavvıflar) tarafından yetiştirildiler. Hızla yayılan sufi süreği Buhara, Semerkand’a kadar ulaştı, özellikle göçebe Türkmenler arasında kabul gördü. Bu süreci Horasan’da yetişen Hace Ahmed Yesevi hızlandırdı. Sufi süreğinin insanı derinden kavrayan sıcaklığını, Emevilerin katı, Ortodoks anlayışlarına karşı hakim kıldı. Hace Ahmed Yesevi’nin babası Şeyh İbrahim de bir sufidir ve Ali evladından kabul edilmektedir. Yesevilik Türkmenlerin yaşama tarzına uygundu, bu tarikatta kadın-erkek ayrımı yoktu ve birlikte zikir halkalarına katılıyorlardı. Yesevi dervişleri Anadolu’ya göç eden topluluklarla birlikte gelmiş ve Anadolu’nun aydınlanmasında önemli roller üstlenmişlerdir. Hünkar Hace Bektaş Veli, Abdal Musa, Seyyid Safi, Sarısaltık, Geyikli Baba, Baba İlyas, Baba İshak vs. bunlardan bazılarıdır.
Sufi topluluklar, Horasan üzerinden Anadolu’ya sürekli göç ettiler, özellikle Moğolların baskısı bu göçü hızlandırdı. Bunlar arasında; Yeseviyye, Vefaiyye, Haydariyye, Kalenderi gibi Alevi grupların yanısıra Kübreviyye ve Sühreverdiyye gibi Sünni eğilimli tarikatlar da bulunuyordu. Bu sufi topluluklardan Vefaiyye, Bağdadi olarak da anılan Tacül’l-arifin Seyyid Ebu’l Vefa tarafından kurulur ve Baba İlyas’ın Şeyh’i olan Dede Garkın isimli Türkmen şeyhi tarafından Anadolu’ya getirilir. Dede garkın’ın ölümü üzerine yerine Baba İlyas geçer ve Amasya’da İlyas Köyü (Eski adı Çat) çevresinde kurulduğu zaviye (küçük tekke) ile daha sonra Babailik olarak anılacak sufi süreğini yazar. Bazı araştırmacılar Baba İlyas, Horasani’nin isyanında (1240) etkili olan baş halife Baba İshak olmak üzere diğer birçok şeyhin Kalenderi olduğunu belirtir(Ocak, 1992; 67). Ona göre, Hünkar Hace Bektaş Veli Baba İlyas’la birleşmeden önce Haydari idi. Burada yetişen Abdal Musa’da Haydari’dir. Larende (Karaman’da) ve Bilecik’te zaviye kuran ve daha sonra Osman Bey’in kayınpederi olacak olan Şeyh Edebalı da Baba İlyas’ın halifelerindendir (Ocak, 1992; 65). Aslında Yesevilik, Vefailik, Babailik, Haydarilik, Kalenderlik gibi adlarla tanınan, inanç ve pratikler bakımından iç içe geçmiş olan bu akımlarının hepsi tasavvufun yani sufi süreğinin değişik görünümleriydi.
Tasavvufun çeşitli kolları sadece kişilerin inanç dünyalarında ya da günlük pratikleriyle sınırlı kalmamış kendi topluluklarını yaratmıştır. Topluluklar kendi içlerinde mürşid-talip ilişkisi içinde hiyeraşik bir yapıda örgütlenmiş, sosyal kurumlarını oluşturmuş, dergah ve tekkelerdeki eğitimle dini önder kadrolarını yetiştirmiş, gezgin inanç önderleriyle ilkelerini Anadoluda en etkin olanları, Babai, Bektaşi ve Mevlevilerdir. Alevi kimliği ilk ikisinin ortak paydası olmakla birlikte Mevlevilik bu anlamda ayrılmaktadır.
Tasavvuf, Allah ve insan sevgisini üreten bir anlayıştır. Islam dinini zor kullanarak yayanlar savaş ganimetleri ile zenginleşiyorlardı. Bu gelişmelerle dinin “insanlar üzerinde zorlama yoktur” ilkesi (ayeti) göz ardı edildi. Başlangıç döneminde, tasavvuf bu ilkeyi geçerli kılmak için yapılan düşünsel ve pratik çabalardan oluşuyordu. Öyle ki, mutasavvıflar dünya nimetlerini küçümseyerek kan ve acının üzerine gelişen dini benimsediklerini göstermek istediler. İbni Haldun’un belirlediği gibi, önce, ilahi buyrukları yerine getirmeyi engelleyen şeylerden uzaklaştılar (takva yapıldı). Bunu tam dürüst olma ile desteklediler (istikamet). Böylece nefsin terbiyesi, alçakgönüllülük, cömertlik gibi erdemlere sahip oldular. Üçüncü olarak bir mürşide, pire bağlandılar. Yolun gizli sırlarını öğrenmeye başladılar. arkasından her şeyden uzaklaşarak halvete çekildiler, aç kalmakla, uyumamakla bedenlerini aşmaya, iradeyi güçlendirmeye çalıştılar. Son aşama olarak güçlü bir iradeye sahip olarak, gönüllerini Allah-insan sevgisi ile doldurarak aydınlanma aşamasına geldiler. (İbni Haldun, 1984; 90)
Tasavvuf inancına göre Allah gizli bir hazine iken bilinmek ve görünmek istedi. Böylece evreni ve varlıkları yarattı, onlar da görünüş alanına çıktı. Kendi özünün, güzelliğinin farkında olacak insanı yarattı. Insana kendi ruhundan pay verdi. Tüm varlıklar Allah’ın tecellisini görmek mümkündür. Bakara suresinin 115. ayetinde bu anlam vardır: “Doğuda batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah’ın rahmeti ve nimeti geniştir. O her şeyi bilendir.” Dolayısiyle bütün varlıklar Allah’ın tecellisidir, fakat Allah o varlıkların kendisi değildir.
Şahı Merdan Ali, Allah’ın sıfatlarını tasavvufi derinlikte dile getirir;
“Şükürler olsun O Allah’a ki, işlerin güzeliklerini örtü, gizledi; fakat ona bütün güzelikler aşikar, her şeyden kudretini, sanatını bildiren bir delil eder ızhar (açığa vurma); her yanda delilleri berkarar. Gören O’nu göremez; ama görmeyen göz de inkar edemez; nitekim O’nun varlığını ispat eden gönül de onu göremez. Yücelikte en üstündür; O’dan üstün bir varlık olamaz; yakınlıkta en yakındır; O’ndan yakın bir var bulunamaz. Ne yüceliği yarattığı bir şeyden uzaklaştırır O’nu, ne yakınlığı yarattıklarıyla eşit eder O’nu. Akıllara sıfatlarını sınırlamayı bildirmemişti; ama O’nun varlığını, birliğini tanımaktan da onları perdelememiştir. Öyle bir vardır, birdir ki varlık nişaneleri, O’na şahadet eder, inadına inkar edenin gönlü bile varlığını ikrar eyler. Allah, O’nu yaratıklara benzetenleri, yahut inad edip inkar edenlerin söyledikleri sözlerden yüce mi, yücedir.” (Nech’ül Belaga: 35)
Hünkar Hace Bektaş Veli’nin, Makalat’ta şu açıklama yer almaktadır; “Çün gönül Hakk’ın evidür, hazinesudür; aşıklar dahi yüz yire koyup canu gönülden tazarru ve niyaz iderler, Hakk yoluna giderler.” (1971: 75)
Bu ifade Alevilerin Mürşide, Pire, birbirlerine kısaca insana niçin niyaz ettiklerini açıklamaktadır. Tanrı, insan gönlündedir. Cemal cemale duran insan bunu hisseder. Mürşide niyaz eden talip aslında Tanrı’ya niyaz etmiş olur. mürşidler bu nedenle kendilerine niyaz edenlere “Niyaz Hakk’a” derler.
Hünkar Hace Bektaş Veli, Allah’ın zahiri ve batıni iki yönünün olduğunu söyler. “Ve hem çalap ta’alanın zahırı ve batını vardur; Zahırı bu cihandur, batını ol cihandur ve lakin bu cihan harab olısardur.” (1971: 78)
Zahiri bu dünyadır. Allah, bu dünyada görünüş alanına çıkmıştır, her şeyde tecelli etmiştir. Batıni yanı ise Insan-i Kamil olanların ancak gönül gözüyle görebilecekleri dünyadır.
Pir Hünkar, Çalap(Allah)’ın, dünyada her ne yarattıysa insanlara verdiğini ve hatta kendisini de insanlara verdiğini belirtir. Tanrı, beni kim isterse ben ona kendisinden daha yakınım der. “Pes imdi iy azizlar! Çalap dünyede her ne kim yaratdısa sizlere virdi... İmdi kaçan kim beni istersenüz sizde, isten bulasız, dir.
Pir Hünkar, Allah’ın bu nedenle, “Kim kendini bilirse beni bilir” dediğini belirtir ve ilave eder. Kendi sözünü bilen Hakk’ı bilir illaki Hakk Tealanın varlığını bilir ama niteliğini bilmez. Nitekim insana candan (Tanrı’dan) yakın yoktur, Çalap da kuldan yakın yoktur. (82-83). Pir Hünkar burada esas olan şeyin, insanın kendi özünü bilmesi olduğunu bu kadar açıklamanın uyanık canlar için yeterli olacağını fazlasını söylemek gerekmediğini belirtir.
Aleviler Tanrı inancı, Şah-ı Merdan Ali’nin ve Hünkar Hace Bektaş Veli’nin Tanrı inancıdır. Ne bir fazla ne bir eksik.
Tanrı Ademi (insanı) diğer meleklerden üstün kılmak için ona bilmesi gereken her şeyi öğretir ve ruhunden ona ruh katar. Böylece insan tanrılıkla dolar. Bu nedenle Allah ve insan aynı cevhere sahiptir.
Insan alemi suğradır yani küçük evrendir, evren alemi kübradır, yani boyutları büyütülmüş insandır. Insan evrenin bir özeti olarak Allah’a en yakın, en ayrıcalıklı varlıktır. Insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Allah’ın ruhundan, sıfatlarından pay almıştır. Bu nedenle tasavvuf felsefesinde insan yüksek bir değere sahiptir. Sufilere göre, insan evrenin yanlız özü değildir, onun esası ve varoluşu amacıdır. Çünkü evren onun için ve onun uğruna var edilmiştir. Ve Insan-i Kamil, ilahi zuhurun özüdür., onunla bütün yaratılış amacı tamamlanır.
Şahı Merdan Ali bu görüşü şöyle açıklar: “Sen ey insan, ayan beyan bir kitapsın harfleriyle yüreğin okunur.” (78).
“Sen öyle bir açık kitap ilmisin ki, harflerin esrarı çözer, sen kendini küçük bir vücut (küçük kainat) zannedersin, fakat en büyük alem (kainat) senin içinde dürülmüştür.” (Mesnevi, IV, 519)
Allah’ın kendi ruhundan Ademe (insana) ruh vermesi ve böylece varlıklar arasında sadece insan Allah’ın özünden bir parça almıştır. Bu anlamda insanda Allah’ın sıfatları mevcuttur. Özelikle İnsan-i Kamil’de bu sıfatlar daha fazladır. Muhammed Ali her ikisi de Tanrının sıfatlarından en fazla pay alan İnsan-i Kamiller arasında en üst makamdadır. Öyleyse “Allah Muhammed Ali” aslında çokluğu değil “Bir” olanı temsil etmektedir.
Anadolu Alevi inancında bu tasavvufi yorum egemendir. “Allah Muhammed Ali” aynı zamanda Anadolu Alevi inancının kurucularını temsil eder. Yol’un kurucusu Şahı Merdan Ali’dir. Yol’da Mürşid Hz.Muhammed, rehber Şahı Merdan Ali’dir. Hz.Muhammed ve Şahı Merdan Ali aynı gömleği giymiş, musahip (yol kardeşi) olmuşlardır. Batıni anlamda “Muhammed Ali” iki şahsiyet değil “Bir”liği ifade eder. Hz.Muhammed’in Şahı Merdan Ali’ye musahip olurken söylediği söz bunun kanıtıdır; “Lahmike lahmi, demmike demmi, ruhike ruhi, cismike cismi.” (Buyruk, 11). Yani Senin etin benim etim, senin kanın benim kanım, senin ruhun benim ruhum, senin canın benim canımdır.
Hz.Muhammed’in “Ali ile ben ikimiz bir nurdan yaratıldık” dediği bilinmektedir. Her ikisi de Allah’ın nurundan pay almışlardır. Öz, cevher bir olunca bu birliği ifade etmek için söylenen “Allah Muhammed Ali” aykırı bir söz olmaktan çıkar.
Yol (islam) Allah’ın insana önerdiği dindir. Dinin/Yol’un sahibi Allah’tır. Dolaysıyla, Yol’un sahibi Allah, mürşidi Hz.Muhammed, rehberi Şahı Merdan Ali ise “Allah Muhammed Ali” bu gerçeği ifade etmek için söylenmiş özlü bir sözdür. Ve Yedi Ulu Ozanlarımız bu birliği (tevhid) Cem Ayinlerinde dile getirirler.
İki cihan aslı sensin,
Allah Muhammed Ali’sin.
Şah-ı Merdan dili sensin,
Allah Muhammed Ali’sin.
Şeriat, tarikat sensin,
Hakikat, marifet sensin,
Hadi, mudil, kudret sensin,
Allah Muhammed Ali’sin.
Basri Baba’nın eş’arı,
Şeksizdir, riyadan arı,
Ayan etti hep esrarı,
Allah Muhammed Ali’sin.
Mutasavvıflar (Alevi Yol Erenleri, Yedi Ulu Ozanlar)Kur’an tevsirinin geliştirilmesinde büyük rol oynamışlardır. Onlar sadece sözcüklerin mealini yani zahiri manasını vermekle yetinmemiş, sözcüklerin ardındaki simgesel anlamı, batini manasını açığa çıkarmaya çalışmışlardır, ve çıkarmışlardır. Böylece Anadolu Alevi İslam dininin hoşgörüye açık, herkesi (evreni) kucaklayan özünü yakalamışlardır.
=Seyyid Hakkı=