Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. Seyyid Hakkı, 1965 Dersim doğumlu ve Ehli Beyt yazarı, Seyyid Seyfettin Ocağı evlatlarındandır. Aşk ile Canlar...
Seyyid Hakkı
Seyyid Seyfeddin Ocağı

6- Kırklar’ın Cemi’nde -3


Kırklar’ın Cemi’nde -3

Aydınlanma Süreci Içinde Bektaşilik
Yüzyıllar boyunca, öncü edimlerin içinde ve ilerlemelerin yanında yer almış bulunan Bektaşilik, Osmanlı Imparatorluğu’nun değişmesinde ve batılılaşmasında büyük payı olan yenileşme eylemlerine katılmakta da gecikmedi: Bektaşiler Yeni-Osmanlıların ve ikinci kuşakta Jön-Türklerin saflarında yerlerini aldılar.

Bununla birlikte, Bektaşilerle evrim yanlısı (terakkici) kımıldanış arasında göz ardı edilmemesi gereken bir etken vardır: Bu, bilindiği gibi, Türk yenileşme çabaları içinde ağırlıklı bir yeri bulunan Farmasonluktur.

Bundan önce, 1826’dan sonraki dönemde Bektaşi tarikatını incelediğimiz bir yazıda Bektaşilerin Far-masonlarla ilişkilerine değinme fırsatını bulmuştuk. (Krş. Iréne Mélikoff, “L’Ordre des Bektashis aprés 1826”, Turcica, XV, 1983, s. 155-178.) Far-masonluk çoğu kez, sürgündeki Bektaşilerle, yenileşme eylemleri arasında bir bağ görevi üstlendiğinden, konuya yeniden döneceğiz:

 

Bektaşiler, Alevi adı verilmesi uygun bulunmuş olanlar da, adıyla anıldıkları bir veliye, XIII. Yüzyılın ilk yarısının sonlarında Horasan’dan göçerek Anadolu’ya gelmiş bulunan Hacı Bektaş Veli’ye bağlıdırlar.

 

“Horasan’dan gelmek” deyimi; Mâverâünnehir’in doğusundan ya da Orta-Asya’dan gelenleri, Moğol yayılmaları dönemindeki kaçışlarında Iran çöllerinde korunacakları tek yol olması dolayısıyla Horasan’dan geçerek gelmek zorundan kalan göçerleri anlatmada kullanılıyordu.

 

Bunlar büyük bölümüyle henüz Müslüman olmamış, ya da dine yeni girmiş ve henüz Islamlığı özümsememiş olan boylardı. İnançları, “Islamlaşmış Şamancılık”, yani henüz ata gelenek ve göreneklerinin rengini korumakta olan bir Islamlık olarak tanımlanabilecektir ve Amerika yerlilerinin Hıristiyanlıklarını anımsatmaktadır.

Türkmen halk velisi Hacı Bektaş Veli’yi izliyenler bu sınıflardır.
Bektaşiler, Osmalılarla –onlar da Doğu’dan gelen göçer boylardandı- aynı sosyal çevredendirler. (Aynı Yazar, “L’origine sociale des premiers Ottoman”, The Ottoman Emirate (1300-1389), RETHYmnon 1993, s. 135-144.) Ilk Bektaşiler ilk Osmanlılararasındaki ilişki bu sebeple iyi idi. Pek çok Bektaşi derviş, Osmanlıların yanında, Trakya ve Balkanlar’ın fethinde yer aldı; fethedilmiş diyarlarda topraklar edindi. Bazen , kılıçlarının hakkı sayılan bu topraklarda tekke’ler ve zaviye’ler kurdular. Yerleşik yaşama geçerek, göçer ya da yarı-göçerliği bıraktılar. Kent çevrelerine kurdukları zaviye’lerde düzenli bir dervişler tarikatı oluşturdular. Bu zaviye’ler, çoğu kez, birer kültür ve kolonileştirme merkezi oldu. (Krş. Ö.L. Barkan, Vakıflar Dergisi, V, s. 279-386.)

Osmanlı sultanları, yurtlarından devşirilerek Müslüman yapılmış Hıristiyan çocuklarla kurulan Yeniçeri Ocağını, onlara adı verilen veliye, Hacı Bektaş’a bu sebeple bağladılar. Bektaşiler kolonileştirici bir derviş tarikatı oluşturdular. Yabancı öğelerin eğitimleri onlara emanet edildi. (Krş. I. Mélikoff, Mémorial Ömer lütfi Barkan, s. 149-157.)

 

Fakat bu bir çeşit, iki yanı keskin bir kılıç oldu. Çünkü başlangıçtan beri, dinler üstü bir hoşgörü tarikatı olan Bektaşilik, aynı zamanda dışardan gelen her etkiye açık bir inanç karışımıydı. Girdikleri bölgelerden katılan öğeleri özümseyebiliyorlardı.. trakya ve Balkanlar’a yerleşen Bektaşiler, orada uyum içinde yaşadıkları topluluklarla kaynaştılar. (Krş. I. Mélikoff, The Via Egnatia Under Ottoman rule (1380-1699), s. 159-170.)

Bugün Alevi adı verilenlerle Bektaşiler arasında bir fark da, Trakya ve Balkan topraklarına yerleşen Bektaşiler adım adım ve sağlam bir biçimde bu yörelere uyum sağlarken, Anadolu kırlarında boy yaşamlarını sürdürüp gelen Alevilerin, -Iranlı ya da Kürt ve başkaları- Doğu Anadolu halklarından etkiler almış olmalarıdır.

Osmanlı sultanları Avrupa ülkelerinde üstünlüklerini sağladıktan sonra, bunu, resmi inanışa, devletin resmi dini olan  Sünni Islamlığa dayayarak sürdürdüler ve daha önce yararlandıkları, destekledikleri Bektaşilere karşı karşıya gelmekte geçikmediler. Bektaşiler de, kendilerine hasım bir yönetime karşı, din konularında kural-dışı, daha sonra da açıkça din adamlarına karşı görünmekten geri kalmadılar. Kısa zamanda da Allahsızlıkla suçlandılar.

Bektaşiler merkez güç arasındaki kesin kopma, 1826 yılında, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırışıyla oldu ve aralarındaki sıkı bağ dolayısıyla Bektaşiler tarikatı da yasaklandı, malları satışa çıkarıldı. Eski tekke’ler “sünnet ve cemaate karşı olmayışları dolayısıyla, yönetime yararlı görünen Nakşibendilere bağışlanırken, yeni yapılan Bektaşi tekke’leri de yıktırıldı. Sonunda 1826’dan başlayarak Bektaşiler “sır” oldular. Bununla birlikte bu tarih, tarikatın sonu anlamına gelmektedir. Tarikat yeni bir evreye girecek ve ağırlığı eskisinden daha az olmayacaktır: siyasete daha çok girecek, liberal ve kural-dışı tarikat, yenileşmeleri ve ilerlemeleri savunan çevrelere yakınlaşarak “terakki”ci olacaktır. Bektaşiler, Yeni Osmanlıların, daha sonra da Jön-Türklerinin politikalarının yanında yer alacaklardır.

Dinler-üstü ve din adamlarına karşı (supra-confessionel ve anticlérical) tavır, Abdülmecid saltanatı dönemi (1839-1861) yönetiminin eğilimlerine uyuyordu. 3 Kasım 1839’da Sadrazam Mustafa Reşid Paşa, Gülhane bahçesinde toplanan devlet adamlarına ve yabancı temsilcilere, Insan Hakları Bildirisi’nin Türkiye’ce tanınması demek olan ve dini, ırkı ne olursa olsun, imparatorluğun bütün uyrukları için eşitlik getiren, Tanzimat Fermanı adı ile bildiğimiz bildiriyi okuduğunda, bu, daha da güç kazanmış oldu. Tanzimat Fermanı, 1856 Şubat’ında yenileştirildi.

1839 Fermanı yeni bir dönemin başlangıcıydı ve bu yenilenmelerin yapıcısı, altı kez paris elçisi ve altı kez sadrazam olmuş olan Mustafa Reşid Paşa’ydı (1800-1858). Fakat Mustafa Reşid Paşa, ingiltere elçisi Lord Stratford Canning’in yakın dostuydu ve bu dostluk her ikisinin ingiltere’de Masonluğa birlikte girişlerine dayanıyordu.

Masonluk Türkiye’de Lale devrinden, yani ingilterede ortaya çıkışından hemen sonraki yıllardan beri biliniyordu. Bu, sebepsiz değildi; Ingiliz Masonluğu’nun kuruluşunda büyük payı bulunan Lord Montagu (1690-1749), Ingiltere büyük locası’nın üstad-ı a’zamlarındandı ve 1716’dan 1718’e kadar, Babıali nezdinde Ingiltere elçisi idi. İstanbul’da ilk loca, Damad Ibrahim Paşa’nın (ölüm. 1730) vezirliği sırasında Galata’da, bugünkü Perşembe Pazarı’nda kuruldu. Bu semt, o zamanlar, Fransız ve Italyanlarca yeğleniyordu. İlk Türk far-masonlar arasında, 1741’de Fransa’da elçi olarak bulunan, 1755’de vezirliğe yükselen , 28. Mehmed Çelebizade Said Efendi; ilk Türk Basım evini kendisine borçlu olduğumuz Macar dönmesi Ibrahim Müteferrika; Kumbaracı Ahmed Paşa, öbür adıyla Comte de Bonneval (1675-1742) vardı. Bu adlara, Tophaneli Yusuf Çelebi gibi bazı tüccar da eklendi.

 

1748’de, Türkiye’de Far-mosonluk yasaklandı. Ancak III. Selim’in hükümdarlığı yıllarında (1787-1807) yeniden ortaya çıktı ve yaygınlaştı. 1839’dan sonraki gelişmesinde, özellikle Kırım Savaşı sırasında (1854-1856) Far-masonluğun ağırlığı duyulacaktır. İngiliz ve Fransız localar, sayıları artarak, iki gücün karşılaştığı bir yarış alanına dönüşecek; ayrıca Italyan, Alman, Yunan ve Ermeni locaların da ortaya çıktığı görülecektir. (Türk masonluğu için, bak.: Ebuzziya Tevfik, “Far-masonluk”, Mecma-i Ebuzziya, 18 Cemaz’el-ahir 1329 (1913-1914), s. 683-686; Prof. Bedi N. Şehsuvaroğlu, “Türkiye Masonluk Tarihine Bir Bakış”, Türk YükselmeCemiyeti Ideal Kolu, XXV (Kuruluş Yıldönümü Hatırası), Istanbul 1964; aynı yazar, Dinlerde ve Tarikatlerde Sembolizm-Remizler (Antik Doğu Medeniyetlerinde, Eski Şark dinlerinde, Futuvvet ehlinde, Islamiyette, Ahilerde, Bektaşilik ve diğer tarikatlarda, Masonlukta), Istanbul 1973; Ilhami Sosyal, Türkiye ve Dünyada Masonluk veMasonlar, Istanbul 1973.)

Bektaşiler, Yeniçeriliğin kaldırılışından sonra, Osmanlı yaşamında dışlandılar ve gizliliğe çekilmek zorunda kalarak Far-masonluğa yaklaştılar. Her zaman hoşgörülü, kural-dışı ve dinler-üstü tavırlarıyla tanındıklarından, aynı düşünceleri (liberallik, din adamlarına karşı oluş, kurallara bağlı olmayış) paylaşan Far-masonlarda kendilerine destek buldular.

Bektaşi erkan, Far-masonların törenlerinde kuvvetle etkilenmiş olmalıdır: Meydan’ın ya da Cem alanının düzenlenişi, duruşlar ve yürüyüşler, Üçler, Beşler ve Yediler erkanının çağrışmaları. Bütün bu ayrıntılar, moson kurallarını andırmadadır. Bektaşiler kendileri de bunu kabul ederler; fakat onlar Far-masonların kendilerinden etkilenmiş olduğu sonucunu çıkarmadadırlar. Gizlilik ve sülük, ikisinde de söz konusudur.

Üyeleri liberal ve aydın seçkinlerden oluşan Bektaşiler, XIX. Yüzyılda, Osmanlı Imparatorluğu içinde, Far-masonların Avrupa reform eylemleri içindeki işlevlerine (Krş. E. Ramsaur, “The Bektashi Dervishes and the Young Turks”, Muslem World, XXXII, Ocak 1942; aynı yazar, The Young Turks-Prelude to the Revulution of 1908, Beyrut 1965 (yeni basım), s. 102-114; ayrıca bak.: F.W. Hasluck, Christianity and Islam under the Sultans, Oxford 1929, ı, s. 595-620.) benzer bir işlev üstlendiler. Yeniden toparlanan Bektaşı Tarikatı, Jön-Türklerin dernekleşmelerine bir destek ve bir sığınak olacaktır.

Acaba, Bektaşiler Far-masunluğu hangi dönemde girdiler?
Gösterilen, 1867 tarihi olsa da, sızma 1839’da başlamış olmalıdır. Bununla birlikte 1867-1869 yıllarında, Müslümanların Far-masonluğa gittikçe genişleyen bir akışı gözleniyor. Bunu genç bir avukat, 1863’te kurulan ve Fransa Büyük Doğu Locası’na bağlı Doğu Birliği LocasI’nın Saygın-Kişi’si louis Amiable sağlamış bulunuyordu. (Paul Dumont, “La Turqie dans les archives du Grand Orient de France: les loges maçonniques d’obédiance Française â Istanbul du milieu du XIXe siécles â la veille de la premiére guerre mondiale”, Economie et Socétés dans l’Empire Ottoman (J.L. Bacqué-Gramont, Paul Dumont), Paris 1983, s. 171-201.) Louis Amiable, Osmanlı seçkinleri arasında, etkili bir üye toplama çalışmasına girişti ve bunda başarılı oldu. 1865’te Doğu Birliği’nde yanlız üç Türk bulunuyorken, 1869’da sayıları yüz elli üç birader içinde elli üç kişiye ulaştı.

En parlak adlar arasında, Şurayı Devlet azası Edhem Paşa (general, 1813-1893), Mısır Hidivi Mehmed Ali ailesinden ve liberal yeni Osmanlılar’ın önde gelenlerinden, Prens Mustafa Fazıl Paşa (1829-1875) bulunmaktadır. (Krş.I. Mélikoff, “Le Prince Mustafa Fazil et l’intelligentia Ottoman”, De l’Epopée au mythe: Itinéraire turcologique, Istanbul 1995, s. 193-199.)

Loca üyeleri içinde, siyaset ve din adamları, diplomatlar, hatta şairler ve edebiyatçılar vardı. Bu sonuncular arasında, Şinasi (1824-1871), Namık Kemal (1840-1888), Ziya Paşa (1825-1870) da yer almadadır. Ziya Paşa’nın etkisi ile hocalığını yaptığı ve ilerde V. Murad olarak tahta çıkacak olan veliahd Şehzade Murad ile kardeşleri Şehzade Nureddin ve Kemaleddin de mason locaya girmişlerdi. (Krş. Costantin Svolopoulos,”L’Initiation de Mourad V â la Franc-Maçonnerie par  Cl. Scalieri: Au origines du mouvement libéral en Turqui”, Balkan Studies, cilt 21, no. 2, 1980, s. 441-457.)

Bu adlara sonraki kuşaktan Abdülhak Hamid’i, Filozof Rıza Tevfik’i, Ittihad ve Terakki Cemiyeti üyesi Şeyhü’l-islam Musa Kazım Efendi’yi ve yine Bektaşi Babalardan, yüksek düzeyde Far-mason ve tanınmış Jön Türk Talat Paşa’yı ekleyebiliriz.

Hem Bektaşi, hem Far-mason olan ünlü adlar arasında Namık Kemal’in üzerinde biraz duracağız. (Krş.I. Mélikoff, “Namık Kemal’in Bektaşiliği ve Mosonluğu”, Tarih ve Toplum, Aralık 1988, s. 337-339.)

Namık Kemal, Yeni Osmanlılar oluşumunun hazırlayıcılarından biridir. En azında anne tarafından, bir Bektaşi aileden gelmedeydi. Gençlik eserlerinde, Fuzuli’nin ünlü mersiye’si, Kerbela şehitlerinin anıldığı, Hadikatü’s-süeda’nın (Saadete Ermişlerin Bahçesi) etkileri bulunuyordu. İlk şiirlerinin yer aldığı defterlerinde, Ali’yi öven manzumeler vardı. (Krş. Şerif Mardin, The Genesis of Young ottoman Thought-A Study in the Modernization of Türkish Political Ideas, Princeton University Press, 1962, s. 285-288; ayrıca bak.: I.A., “Namık Kemal” maddesi (Ömer faruk Akün’ün makalesi.)

Bektaşilerin yalnızca liberal ve ilerleme yanlısı, terakkici düşüncelerinden değil, zengin edebiyatlarından, şiirlerinden ve müziklerinden de etkilenmişti.

Bununla birlikte, Namık Kemal, sürgünden dönüşünde Far-masonluğu çekimine girerek katıldığı loca, Doğu Birliği değil, bir yunan locası olan ve 1868’de Istanbul’da kurulmuş bulunan, I Prodos (Terakki) locası idi.  locanın ilk “saygın-başkan”i, Aleksandr Izmiridis’di; onun yerini de, 31 Aralık 1870’de, Şehzade Murad’ın bir dostu aldı. (Bak.: Costantin Svolopoulos, a.g.e.; Paul Dumont, a.g.e.) Bu loca Fıransız Büyük Doğu Locası’na bağlıydı. Fakat üyelerinin büyük çoğunlı. 1872 yılı ekim ayında yapılmış sayımda, altmış sekiz üyeden on dokuzunun Türk olduğu görülmede ve aralarında şu ad da yer almadadır: Kemal, Mehmed Namık; yazar.

Namık Kemal’in, Fransa’da geçen yıllarına rağmen, Fransız bir locayı değil de, bir Yunan locasını yeğlemiş oluşunu gözden kaçırmamak gerekir. Bu seçimiyle o, Tanzimat Fermanı’da yüceltilen bir emele bağlı kalıyordu: dinleri ve ırkları ne olursa olsun, imparatorluğun bütün uyrukları arasında eşitlik.

Namık Kemal,Osmanlı Vatanına, fakat din ve ırk ayrımı yapmadan imparatorluğun bütün öğelerini kucaklayan liberal bir Osmanlı vatanına yürekten bağlıydı. Böylece o, hoşgörü ruhu, dinler üstünde ve din adamlarına karşı oluşuyla ve evrimci düşünceleriyle, Bektaşilerin yolundan gitmiş oluyordu. Türkiye’de laik bir devlet kurma çabalarında, Atatürk’ü Bektaşiler’in desteğini almaya götüren de onların din adamlarına karşı ve ilerlemeden yana tavırlarıydı.

22-23 Aralık 1919’da, Sivas Türkiyesi’nden sonra, Ankara’ya dönüşünde, Kemal Atatürk, Bektaşilerin desteğini sağlamlaştırmak için Hacıbektaş’a uğradı. Her yıl 22-23 Aralık’ta, Hacıbektaş’ta, bu ziyaret anılmaktadır.

 Bitirmeden, günümüz Türkiye’sinde laik değerleri savunmada Bektaşilere ve Alevilere düşen görevlere de dikkat çekeceğim.

Osmanlı Imparatorluğu Avrupa’dakitopraklarını koruduğu sürece, önde Bektaşiler yer aldığı için, yanlız onlardan söz ettim. Bektaşiler, Trakya ve Balkanlar’da, sağlam käkler salmışlar ve Osmanlı seçkin sınıfı içinde yer edinmişlerdi. Fakat Avrupa’daki toprakların elden çıkması ile ağırlık obür yana kaydı. Günümüzde Alevileri öne çıkaran ve Bektaşileri gölgeye iten de budur.

 

Aynı Sekilde, sosyal durumları da değişime uğradı: Düzenli bir tarikat oluşturdukları kent çevrelerinde yerleşik bir yaşama geçen Bektaşiler, aydın seçkinler arasında yer alırlarken, Anadolu köylerinde bir köşeye atılıp kalmış Aleviler, yüzyıllarca, az ya da çok, eğitimsiz kaldılar.

Günümüzde Aleviler artık aydınlığa çıkmadadırlar. Onlara, aydınlar, üniversite üyeleri, yazarlar, siyaset adamları arasında, her çevrede rastlanıyor. Yanlız hedefleri değişmemiştir: Onlar, hoşgörülü ve ilerlemelere açık; özgürlüklerden ve demokrasiden yanadır ve Atatürk’ün laik devlet görüşüne bağlıdırlar.

Geçmişte ve Günümüzde Türkiye’de Şah Ismail’e Tapma
Bu incelemede, Safevi tarikatının tarihsel gelişimini vermeyi amaçlamıyoruz. Bu konu, aralarında meslektaşım ve arkadaşım Oktay Efendiev ve Fransa’dan tanınmış Sefavi arştırıcıları olmak üzere, merhum jean Aubin, Merhum Faruk Sümer ve birçok ünlü tarihçi tarafından birçok kez ele alındı.

Burada başlıca, Şeyh Cüneyd’in, Şeyh Haydar’ın, özelikle de Şah Ismail’in dinsel inançları ile resmi inanış olarak Şiiliği zorladıkları –ve Pers birliğini yeniden kurmada onları başarıya ulaştıran- Türk böylarının etkilerinden söz etmek istiyorum.

Şah Ismail’in, daha doğru bir deyişle Hatai’nin anısı, Türkiye’de Alevi-Bektaşi çevrelerde, günümüzde de yaşamakta; adı toplantılarda okunmada, şiirleri törenlerde ve aşık dinletilerinde her vesile ile söylenmektedir. Bu sebeple, Anadolu halkının büyük bir çoğunluğu için, Hatai adının her zaman ağırlıklı bir yeri bulunduğunu anımsatmamız yerinde olacaktır.

Başlangıçta, Tebriz’in hakimi Karakoyunlu hükümdar Cahan Şah, Şeyh Cüneyd’i Erdebil’den sürdüğünde böylece ruhani bir tarikatın değişimini hazırlamış olduğunu ve Sünni Islam’ın sınırları içinden savaşçı ve siyasi bir gücün doğmasına yol açmış olacağını elbette kimse bilemezdi.

Yeni gücün gözü pek atılganlığı, cemaat-dışı inançlarıyla tanınan göçer Türk boylarından kaynaklanmaktaydı. Cüneyd ve yerine geçenler, onların Orta Asya gelenek ve göreneklerine bağlı inançlarından yararlanmayı başardılar. Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’den gelen bu boylar, yeniden-bedenleşmeye (reincarnation) ve Tanrı’nın insan suretinde belirişlerine (manifestasyon) inanıyorlardı. Bu boyların adlarını, birçok kez belirtildiği için burada tekrara gerek duymuyoruz.

Erdebil’den çıkarılışından sonra Cüneyd, Ali soyundan geldiğini, “seyyid” olduğunu öne sürerek aşırı-Şii içerikli düşünceler yaymaya başladı. Bu sebeple önce Konya’da, ardından Hurufi çevrelerle ilişki kurduğu Ankaraya’da istenmez ilan edilince, Cahan Şah’la savaş durumundaki Akkoyunlu Uzun Hasan’ca kabul gördüğü Trabzon’a ve oradan Diyarbekir’e geçti. Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm’le evlenerek Diyarbekir’de üç yıl sessiz kaldı. Daha sonra Erdebil’e geri dönmek istedi. Fakat önce, Türkmen taraftarlarının yağma ve gaza beklentilerini karşılamak amacıyla Dağıstan  Hıristiyanları üzerine yürümeye karar verdi. Fakat Şirvanşah Halilullah, topraklarından geçmesine karşı çıktı. 1460 yılında bir savaş sırasında Cüneyd öldürüldü. Doğaüstü güçleri bulunduğuna inanan taraftarları başlangıçta onun ölmüş olduğu düşüncesini kabul etmek istemediler; fakat kısa zamanda da henüz çocuk olan oğlu Haydar’a bağlandılar.

1469’da Uzun Hasan, cahan Şah’ı bozguna uğratarak yeğeni Haydar’ı Erdebil’e yerleştirdi ve onu Alemşah olarak tanınan kızı halime Begüm’le evlendirdi.

Şeyh Haydar’ın kısa hükümdarlığı zamanındadır ki, dinsel ve siyasi Kızılbaş çizgi belirginleşti.

Savaşçı göçer Türkmenlerin katılışı, bu din tarikatını, inançları cemaat-dışı olmakla birlikte, inanç uğruna savaşılan bir gaziler eylemine dönüştürüldü. Şeyh Haydar taraftarlarına, Tac-ı Haydari adı verilen on iki dilimli kızıl börkleri dolayısıyla, “Kızılbaş”lar dendi. Oluşum böyle başladı.

Taraftarları, Şeyh Haydar’ın Tanrı olduğunu söylüyor, diz çökerek ona dua ediyorlardı. Uzun Hasan 1478’de öldü. Ölümünden sonra Akkoyunlular yönetimi zayıflamaya başladı. Yine on dört yaşındaki oğlu geçti. Haydar taraftarlarının sayısı giderek artıyordu. Çoğu Anadolu’dan gelmeydi. Yoksul, yalın ayak, atsız ve pusatsızdılar. Haydar, Dağıstan’a ilk akınından zengin ganimetle döndü.

Şeyh Haydar, 1488’de, Şirvanşah Ferruh Yesar’a karşı üçüncü bir Kafkas seferine çıktı: Babasının öldürüşünün öcünü alma peşindeydi. Fakat o yılın 6 Temmuz’unda Tabasaran’da öldürüldü; kafası, kesilerek Yakub Bey’e gönderildi. Safevi Şeyhleri içinde yanlız o Erdebil’de aile türbesine gömülü değildir.

Yakub Bey, Safevileri Erdebil’den çıkardı ve Haydar’ın üç oğlu ile kendisinin de kız kardeşi olan Alemşah’ı Iştar kalesine kapattı; yakub’un ölümüne kadar, dört yıldan fazla orada kaldılar.

Haydar’ın oğullarından en küçüğü, Şah Ismail, 1487’de doğmuştu. Yakub’un ölümüyle yerine geçen Oğlu Bay Sungur ile Haydar’ın en büyük oğluSultan Ali, Akkoyunlu Rüstem Bey tarafından öldürüldü ve Safevi oğulları bir kez daha zulme uğradılar. Kısa sürelerle çok hızlı bir kaçıp kovalama döneminden sonra, Gilan’da, Lahican Emiri’nin yanına sığındılar. İsmail burada altı yıldan fazla kaldı; bilgili bir insan, Türkçe ve Farsça şiirler yazan iyi bir şair olmak için gerekli eğitimi aldı. Sağlam bir tasavvuf birikimine rağmen sebatsız bir insandı: Bu da, çocukluk yıllarının çok dalgalı oluşuyla açıklanabilecektir.

Sağlam bir kişiliği vardı; zeki ve yüksek emelleri olan bir insandı. Bunun yanında, bütün irfanına rağmen, kendisini zafere götüren Türkmen boylardan gelen zalim bir zemin de bulunmadaydı.

İslam eğitiminden geliyor olsa da, inançlarında Akkoyunluların kalıntısı, kadım Orta Asya inanış ve uygulayışlarının izlerini koruyordu. Şiirlerinde, yeniden-bedenleşme (Reincarnation) biçimlenmelerin sürekliliği (tenasuh) inançlarının varlığını görüyoruz. Kendisinin Zat-ı Hak. Tanrı’nın zatı; Mazhar-I Hak, Ali’nin sürekli bedenleşmelerinden biri ve Ali’nin sırrı olduğunu söylüyordu.

Zaman zaman, eski Türklerin de yaptığı gibi, kendini Tanrı’ya daha yakınlaşmış bulduğu dağ tepelerine çıkarak dua etmekten hoşlanıyordu. Kendinden geçmek istiyor ve çoşku sağlama amacıyla çeşitli aracılar deniyordu: Bunlar arasında yakut tozu da kullanmıştı.

Şölenleri, eski Türk-Moğol “toy”larını andırıyordu; sazlar çalınıyor, şarkılar söyleniyor ve yaşamının sonuna dek sürdürdüğü alışkanlığı, içki içiliyordu.

Genç Şah, 1499 Eylül’ünde, nüfuzlu yedi halife’siyle birlikte, Erdebil,e gitmek üzere ahican’dan ayrıldı. Her biri, Ercüvan’dan, Anadolu ve Azarbeycan’daki taraftarlara çağrı yolladı ve ertesi ilkbaharda, yedi Kızılbaş boy Erzincan’da kendilerine katıldı. İlk hedefi babsının öcünü almaktı ve bu sebeple ordusunu Şirvan’a yöneltti. 1501 Mart’ının 12’sinde, Şirvanşah Ferruh yesar Öldürüldü. İsmail cesedi yaktırdı. Daha sonra açivan yakınında Akkoyunlu beyi Elvand’ı bozguna uğratarak zaferle tebriz’e girdi. Kendisine Şahlık tacı giydirildi. Bu sırada on beş yaşındaydı. Anadolu’dan, Azarbeycan’dan gelen gözü pek Türk boylarının katkısıyla, başlangıçta barışçı bir sufi tarikatı olan Safevilik, Pers birliğinin yeni kurucusu ve resmi din sufi tarikatı olarak Şiiliğin yayıcısı görünümünü aldı. Şeyh Haydar zamanında ortaya çıkmış bulunan Kızılbaş adlandırılması ise Iran’da ortadan kaybolduktan sonra da yaşamını Anadolu’da sürdürdü. Kızılbaşlık, On Iki Imam’a bağlı olunmakla birlikte; yeniden bedenleşmeler (tenasuh), Tanrı’nın insan görünümünde belirişi (tecelli) ve Tanrı’nın tecellisi, mazhar’ı olan Ali’nin yenidene bedenleşmesi olduğuna inanılan Şah Ismail’e tapma gibi, uç çizgiler taşıyan bir Şiilik görünümü sunmadaydı.

Kızılbaş inanış, yanlız Türkmen boylar arasında yayılmakla kalmadı. Loca erleri (Ahi’ler) ile halk dervişlerinin (Abdal’lar) tarikatlarına da sızdı. Ahi’lerin, Gazi’lerin, Abdal’ların Kızılbaş eylemine katıldıklarını Hatai, kendisi söylemektedir.

Şahın evladına ikrar edenler
Ahiler, Gaziler, Abdallar oldu

Şiirlerinde, Şah Ismail –ki bu şiirlerle o savaşçılarını çoşturmayı ve yönlendirmeyi amaçlamadaydı-, “Hatai” mahlasınıkullanıyordu. Cüneyd’e ve Haydar’a tapan Türkmenler, olağandışı kişiliği yanında, eşsiz yüz güzelliği dolayısıyla, Şah Ismail’i tanrılaştırmaya hazırdılar. Ona o kadar inanıyorlardı ki, bağırları açık savaşın ortasına dalıyorlar, korunmayı yanlızca onun adını anmada buluyorlardı.

Şah Ismail, kendisi, gerçekten Tanrılığına inanıyor muydu? coşku dolu şiirlerine bakılırsa ve henüz çok genç olduğunu da anımsarsak, kendisinin, Ali’nin bir bedenleşmesi olduğuna gerçekten inandığını düşünme eğilimindeyim. Bunu, şiirlerinde de, üzerinde durarak, söylemektedir.

İşte iki örnek:
Allah Allah deyün Gaziler din Şah menem
Karşu gelün secde kılun gaziler din Şah menem
Uçmakta ttüti kuşıyam ağır leşker er-başıyam
Men sufiler yoldaşıyam Gaziler din Şah menem
Ne yerd’ekersen biterem handa çağırsan yeterem
Sefiler elin dutaram Gaziler din Şah menem
Mansur ile darda idim Halil ile narda idim
Musa ile Tur’da idim Gaziler din Şah menem
İsraadan berü gelün Navruz idün Şah’a gelün
Hey gaziler secde kılun Gaziler din Şah menem
Kırmızı taclu boz atlu ağır leşker heybetlü
Yusuf Peygamber sıfatlu Gaziler din Şah menem
Hatai’yem al atluyem sözü şekerden tatluyem
Murtaza Ali zatluyem Gaziler din Şah menem

***

Gül ağaçdan bitdi geldi Şah’a yoldaş olmağa
Sırr-ı Şah idi ezelden geldi Şah’a yoldaş olmağa
Yüreği dağ olmayınca bağru kanlu la’l-tek
Hiç kimin hakkı yokdur kim Kızılbaş olmağa
“Küntü kenzen” sırrı devrinde Muhammed nurıdur
Kırmızı tac ile geldi aleme fâş olmağa
Ismi Ismail’dur zatı Emir-el-mümünin
Yüzini görgec Havaric razı (dur) taş olmaga

Bu örnekler, genç Şah Ismail’in kişiliğini ve kendisine yönelik yüceltici düşüncelerini gösteriyor. Metinler, Hatai şiirlerinin Tourkhan Gandjei’nin XV. Yüzyıl yazmalarına dayanarak hazırlandığı tek ciddi yayından alınmıştır. Elimizdeki başka metinler de bulunmakla birlikte çoğu Alevilerce törenlerde söylenegeldiği ve Aşık’larca sürekli okundukları için bunlar güvenilmez yayınlardır. Bu yayınlardaki manzumelerin birçoğu şaire ait olmayabilecektir: içbir şair, Hatai kadar taklit edilmemiştir. Divan’ın Baku’da basılmış olan Türkçe yayınlarında da manzumelerinin çoğunun elenmesi gerekmektedir. Hatta şiirlerinin tenkitli bir yayına da büyük bir gereksinme vardır. Böyle bir yayın, yanlız XVI. Yüzyıla XVII. Yüzyıl başlangıcına, ek metinler henüz çoğalmadan önceki yazmalara dayanmak zorundadır. Bu yayının Azeri diline yakınlığı olan ve Hatai’nin şiirleri aruz’la yazıldığı için, aruz vezinlerini bilen bir uzmanca yapılması gerekir. Böyle bir çalışmanın Hatai’nin şiirleriniiyi tanıyan ve gerekli bütün nitelikleri taşıyan meslektaşımız Tourkhan Gandjei tarafından yapılmamış olmasında derin üzüntü duymadayız.

Şah Ismail’in, Ali’nin yeniden-bedenleşmesi olduğuna inancı ve kendisi için beslediği yüksek düşünceler 1514 Çaldıran yenilgisine kadar sürdü. Bu yenilgiden sonraysa, artık aynı adam değildi. O günden sonra, bir daha hiç gülmediğini kendisi söylüyor; 1524’te ölümüne kadar. Umutsuzluğunun bir yankısını, muhtemel olarak Çaldıran’dan hemen sonra yazdığı, bir şiirinde görüyoruz:

Neler geldi gelesidür meded hey
Cihan ehli ölesidür meded hey

........

Bu bedbaht Adem-oğlundan tamamet
Yedi damu dolasıdur meded hey

Hatai derdine derman bulunmaz
Ya Rab hali n’olasıdur meded hey

Şah Ismail’in anısı, Türkiye’de Bektaşi-Aleviler arasında her zaman canlı durmaktadır. Aynin-i Cem adı verilen törenlerin her tekrarlanışında, o anılmalıdır: Tören, duvazdeh adı verilen, On Iki Imam’a övgü, üç nefes okunarak başlar ki bu manzumelerin en az biri Hatai’nin olmalıdır. Tören boyunca, özelikle de en çok ağırlık verilen Tevhid bölümünde onun deyişleri söylenir. Bektaşilerin, Şah Ismail’in yaşadığı dönemden önce oluşmuş bir erkanı ve törenlerinin ayrı özellileri olsa da, belirgin bazı çizgiler yine onun zamanında ortaya çıkmış görünmektedir. Bu, Ali adının Tanrı söylemi ile kapalı biçimde iç içe geçtiği Tevhid’de açıkça görülür. Katılanlar, Aşık’la birlikte sağa sola sallanarak yakarmadadırlar. Yakarışın, manevi Şah, Şah-ı Merdan, Ali’ye bir niyaz olduğu açıktır. Fakat Şah Ismail’in yaşadığı dönemde bu niyaz, manevi Şah’la dünyevi Şah birleştirilerek yapılıyordu. Tören, Şah Ismail’den en az bir mersiye akunması adet olan, Kerbela faciasının anılışı ile sona erer. Hatai adı geçtiğinde katılanlar sağ ellerini kalplerine, sonra dudaklarına götürerek çoşku içinde rüküa varırlar.

Şah Ismail’in ruhu hep oaradadır ve her törende yaşam bulur. Geçen çağlar anısını silmemıstir ve Hatai adı, ona tapmayı sürdürenlerin yüreğinde, ta derindedir.

Türkiye nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan Bektaşi-Alevilerin kemiklerine de kısaca değinmek yararlı olabilecektir: kökenleri, XII., - XIII. Yüzyılın ve hatta XIV. Yüzyılda Anadolu’ya gelmiş olan göçer Türk boylarına dayanmadadır. Osmanlıların da kökenini oluşturan bu topluluklar, geniş bir alana yayılmışlardır. Iran Azarbeycan’ından bütün Anadolu ve Trakya’ya, Balkanlar’da Arnavutluk içlerine kadar onlara rastlanabilmededir.

 

Bu boyların inançları, eski Orta-Asya gelenek ve göreneklerinin izlerini taşıyan ve Türk ulusların karşılaştıkları, Mani’cilik, Buda’cılık, Nesturilik vb. farklı inançlardan gelme öğelerin yer aldığı bir dinler karışımıdır.

 

Bu boyların çoğu, Kızılbaş eylemin ateşli yandaşlarıydılar. Kızılbaş Şiiliğin etkisi, günümüzde Alevilik adı verilen olguda da görülüyor. Alevi sözcüğü, Kızılbaş sözcüğünün yerini almış bulunmaktadır. Bütün bu topluluklar Şah Ismail’e derin saygı duymadaydılar ve bu saygı bugün de korunmadadır. Şah Ismail’ın süregelen etkisi, törenlerde, özellikle de Ayin’i Cem içinde ayırt edilebilmektedir. 

Yararlanılan başlıca kaynaklar:
1- Arslanoğlu, Ibrahim; Şah Ismail Hatai ve Anadolu Hataileri, Istanbul 1992.
2- Aubin, Jean; La Politique religieuse des Safevides dans le Shiismus Imamite, Paris 1970.
3- Aubin, Jean; “L’avénement des Safevides reconsidéré”, Etudes Safevides III, Moyen-Orient et Océan Indien XVI-XIX e siécles, n. 5, Paris 1988.
4- Birdoğan, Nejat; Alevilerin Büyük Hükümdarı: Şah Ismail Hatai, Istanbul 1991.
5- Efendiev, Oktay; “Le role des tribus de langue turque dans la création de l’Etat Safevides”, Turcica VI, 1975, s. 24-39.
6- Efendiev, Oktay; Azerbaidzanskoje Gasudarstro Sefevidov v XVI-on veke, Bakü 1981.
7- Ergun, Sadeddin Nüzhet; Hatai Divanı Şah Ismail safevi, Istanbul 1956.
8- Gandjei, Tourkhan; II conzoniere di Şah Isma’il-hata’i, Napoli 1959.
9- Mélikoff, Iréne; “Le probléme Kizilbaş”, Turcica VI, 1975, 49-67.
10- Mélikoff, Iréne; Hadji Bektach: Un mythe et ses avatars, Leiden 1998.
11Memedov, Aziz Aga; Şah Ismail Hataji, eserleri, I, Bakü 1966; II, Bakü 1973 (Arap harfleri ile) ve I, Bakü 1975; II, Bakü 1976 (Kiril harfleri ile).
12- Minorsky, Vladimir; “The petry of Shah Ismail”, I, BSOAS X, 1939-1942, s. 1007a-1053a.
13- Sohrweide, A.; “Der Zieg den Safeviden in Persien und seine Rückwirkungen auf die Schiiten Anatoliens im 16-Jahehundert”, Der Islam, 41; 1965, s. 95-223.
14- Sümer, Faruk; 2Safevi Devleti’nin Kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin rolü”, Şah Ismail ve Halifeleri ve Anadolu Türkleri, Ankara 1992 (TTK VII, n. 128).
15- Togan, Zeki Velidi; “Sur l’origine des Safevides”, Mélanges Massignon Şam 1957, s. 345-357.

Pir Sultan Abdal Dolayısıyla
Çok zengin, Bektaşi-Alevi edebiyatına bu ilgi, ne bir abartmadır, ne de değerinin üstünde bir övgü. Gerçekte o, Türk halk edebiyatının en geniş dilimini oluşturmadadır. Aynı zamanda, Bektaşiliğin ve özellikle onun bir halk biçimlenişi olan Aleviliğin incelenişinde önde gelen bir kaynaktır. Alevi nefes’leri (ilahi’leri), bütün edimlerin, inançların özünü içermededir. Fakat bütün halk edebiyatları için olduğu gibi, ağızdan ağıza aktarılan bir edebiyat oluşu dolayısıyla, araştırılması zorluklar taşımaktadır. Airlere sonradan yakıştırmalar pek çoktur ve bir eser birden çok kimseye mal edilebilmektedir. Ayrıca nazirelerin sebep olduğu, karmaşıklık problemi de vardır. Uydurma ve yakıştırmaların sayıca çokluğu, ayinlerde ya da yaşamın büyük olaylarında nefes’ler okuyan ozanlar için bir sorun olmaktadır. Söz konusu yakıştırmaların –güçlüğü çok açık- bir sıralaması gerekse, Pir Sultan adının, Hatai’yle birlikte en başta yer aldığı ve onun da Hatai’den geri kalmadığı görülecektir. Hatai öne geçebilse de, halk arasında ağır basan, hep ikisidir.

Hatai, etkili ve peşinden sürükleyici bir kişilik olmuş ise, Pir Sultan Abdal da Bektaşi-Alevi şairlerin en sevileni, en çok dinleneni olmuştur, o yanlızca, şiirleri kolayca ayırt edilebilen kalıcı vasfıyla belirgin ve tanınmış büyük bir şair değil, yaşamı söylencelerle çevrili ve baş kaldırışı dolayısıyla renkli, yüksek bir kişiliktir de.

Şiirlerinin sürekli olarak ve düzenli, yeni basımları yapılıyor olasa da, bunlar arasında merhum Abdülbaki Gölpınarlı ve merhum Pertev N. Boratav’ın tenkitli yayınlarına ayrı bir yer vermek gerekir. Buna Ibrahim Arslanoğlu’nun yayımladığı Pir Sultan Abdal’ı da (Istanbul 1984) ekleyebiliriz. Bu yazara, hatai’nin şiirlerinin tenkitli bir yayının da borçlu bulunuyoruz: Şah Ismail Hatai ve Anadolu Hataileri (Istanbul 1992). Böyle bir yayının eksikliği uzun süredir duyuluyordu.

Bu sınırli yazıda Pir Sultan’ın bütün yayınlarını anmamıza imkan yoktur. Sayıları epeycedir ve çoğu hiçbir tenkitli basım kaygısı duyulmadan yapılmış yayınlardır. Söz etmeden geçemiyeceğim üçünü anmakla yetiniyorum:

Her zaman için kaynak, önde gelen ve vazgeçilmez bir yayın olarak A. Gölpınarlı ve Petev N. Boratav’ın büyük incelemeleri, Pir Sultan Abdal (Ankara 1943). Bir de Cahit Öztelli’nin kusursuz yayını: Pir Sultan Abdal-Bütün Şiirleri (1971, Milliyet yayınları). Yazar, bu çalışmasını çok zengin, kişisel cönk koleksiyonuna dayamaktadır. Cönk, her aşık’ın elinin altında bulunduğu ve söylediği şiirlerin yer aldığı, bir antoloji niteliğinde, kişisel derlemelere denir. Öztelli’nin yayınında, yazarın, söz konusu özel koleksiyonundan yaralanılmıştır ve hiç yayınlanmamış çok sayıda şiir yer almadadır. Ancak, tenkitli bir basım dağildir. İbrahim Arslanoğlu ise,  tenkitli bir yayın oluşturmaya çalışmıştır.

Eserinin bazı yayınlarını gözden geçirdikten sonra; Pir Sultan Abdal üzerine bir incelemenin –hatta söz konusu, küçük bir makale bile olsa-; şairin söylenceli yaşamına ayrılmaz biçimde bağlı olan başkaldırısı üzerine bir bölüm ve en son, üstlendiği sürükleyici “rol”le söylencesinin oluşumu üzerine bir deneme içermesi gerektiğini ekleyelim.

Yaşamı pek çok kez ele alınmış ve bunlarda eserine dayanılmıştır. Başkaldırısı üzerineyse, resmi tarihlerde de, arşiv belgelerinde de, hiçbir yankıya rastlanmamaktadır. Bu kaynaklarda yanlız mühim ayaklanmalara yer vardır ve küçük olayların bunlara herhangi bir yansıması söz konusu değildir. Eğer, Pir Sultan Abdal’ın başkaldırısı şiirinde yer almamış olsaydı unutulup gidecekti. Başkaldırısı, bir söylence ışığının çevrelediği şiirleri dolaysıyla bilinmektedir. Buna karşılık, birçokları ve daha mühim olanları uzmanlarca bile ele alınmadan tarihin bir köşesine atılırken, onun başkaldırısı, Alevi-Bektaşilerin anılarında, her zaman canlı durmadadır.

Pir Sultan Abdal, gerçek adıyla Haydar, Sivas’a bağlı Banaz Köyü’ndendi. Bektaşi bir dervişler topluluğunun ulularındandı. Sosyal ve dinsel nitelikli bir ayaklanmanın başında yer aldı. Bu ayaklanma Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) ile Şah Ismail’in yerine geçen oğlu, -şiirlerinde Pir Sultan’ın da kendisine göndermeler yaptığı- Şah Tahmasp’ın (1524-1576) hükümdarlıkları yıllarında olmuştu.

Pir Sultan Abdal’ın müridleri arasında, Sivas ve Hafik arasında yer alan Sofular köyünden, Hızır adlı bir dervişi vardı. Hızır, talihinin peşinde Istanbul’a gitti ve orada yıldızı parladı, paşa ve sonra beylerbeyi (genel vali) oldu.

Söylencelere göre paşa ve vezir olacağını ve gelip kendisini astıracağını Pir Sultan kendisine önceden söylemişti. Söylediği gibi, kendisi bir ayaklanmanın başında yer aldığında eski müridi de Paşa olarak ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi. Pir Sultan, Sivas’ta Toprakkale’ye kapatıldı ve ölüm cezasına çaptırıldı.

Yine söylenceye göre, Hızır Paşa, içinde “Şah” sözcüğü geçmeyen üç nefes okumasını isteyerek yaşamını bağışlamayı denedi. Pir Sultan saz’ını getirtti ve Şah’ı öven üç nefes okudu.

Şah Ismail’e I. Selim arasındaki savaşın yeni alt üst ettiği bir dönemde, menvi Şah ölümlü Şah’la çoğu kez istenerek karıştırılıyor olsa da, andığı, Iran’daki Şah değil, manevi Şah, Şah-ı Merdan, yani doğrudan Ali idi.

Pir Sultan Abdal, Sivas’ta asıldı ve Hızır Paşa adı lanetlendi.
Hızır adını taşıyan pek çok devlet adamı bulunmaktadır. Bununla birlikte, 1551-52 ve 1567 yılları arasında görevde bulunmuş birinin söz konusu olduğunu düşünebiliriz. Bir Hızır Paşa, 1560-1567 yılları arasında Beylerbeyi ve Bağdat valisi olarak bulunmuştu. Ayaklanmayla ilgili olaylar, Pir Sultan’ın yakalanışı ve asılışı, bu tarihler arasında, Paşa’nın Bağdat yolu üzerindeki Sivas’tan geçişi sırasında olmalıdır.

Asılmasına sebep olan ve Ali’yi öven üç nefes hep okuna gelmiştir.
İlkin şu nefes dinlenmiş olacaktır:

Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim

(Hızır paşa bizi asmadan, açılın kapılar Şah’a gidelim; ceza günlerimiz gelip çatmadan, kapılar, açılın Şah’a gidelim.)

sonra da tutanağı hazırlayan görevliye dönerek şu deyişi okumuş olmalıdır:

kul olayım kalem tutan ellere
katip ahvalimi Şah’a böyle yaz

......

Allah’ı seversen katip böyle yaz
Dün ü gün ol Şah’a eylerim niyaz
Umarım yıkılsın şu kanlı Sivas
Açılın kapılar Şah’a gidelim

Büyük Aşık Feyzullah Çınar’ın da başarılı okumalarından biri olan, şu üçüncü ile de söz tamamlanacaktır.

Karşida görünen ne güzel yayla
Bir dem süremedim giderim böyle
Ela gözlü Pirim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan Şah’a giderim

Pir Sultan Abdalım dünya durulmaz
Gitti giden ömür, geri dönülmez
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a giderim

Bununla birlikte, bu nefes’lerin yanlızca manevi Şah’a bir gönderme olduğu kesin değildir. Bazıları Iran Şahı Tahmasp’a da çağrı olabilecektir. Kimi mısralar şairin Iran’a gittiğini kanıtlıyor gibidir:

Yürüyüş eyledi Urum üstüne
Ali nesli güzel Imam torunu
Koca Haydar, Şah’ı Cihan torunu
Ali nesli güzel Imam geliyor.
(Bak.: Cahit Öztelli, Pir Sultan Abdal, Istanbul 1971, s. 131-150).

Söylence, Pir Sultan’dan alınarak başkaldırı güncelleştirilmede, bundan dolayı, olayın, sebepleri içinde çözümlenmesi güçlenmektedir. Pir Sultan bir halk kahramanı yapılmada ve ayaklanması sosyal baskı kurbanlarının ve halkın hukukuna savunulduğu bir eylem dönüşmededir. Şiirleri sevilerek okunmada ve çoğu kez, halk şiirinin sözlü bir gelenek oluşu dolaysıyla, koşullara göre kolayca değişmelere uğramaktadır.

Pir Sultan Abdal’ın, araya yetimlerin ve mazlumların hakkı sorulan mısralar katılarak muhalif genç kuşağın toplu söylemine dönüştürülmüş bir başkaldırı şiiri bulunmaktadır ki, A. Gölpınarlı ve P.N. Borotav’ın tenkitli yayınlarına göre, (Krş. A. Gölpınarlı-Pertev N. Boratav, Pir Sultan Abdal, Ankara 1943, s. 64-65). metin şöyledir:

Gelin canlar bir olalım
Münkire kılıç çalalım
Hüseyin’in kanın alalım
Tevekkültü tealallah

.....

Açalım kızıl sancağı
Geçsin Yezid’lerin çağı
Elimizde aşk bıçağı
Tevkkeltü tealallah

Mervan soyunu vuralım
Hüseyin’in kanın soralım
Padişahın öldürelim
Tevekkültü tealallah

Pir Sultan’ım geldim çuşa
Münkirlerin aklı şaşa
Takdir olan gelir başa
Tevekkültü tealallah

Asıl metin, gerçekte, herhangi bir sosyal istek bulunmamaktadır. Her zaman safevilerin yanında yer almış olan Kızılbaşların kızıl sancaklarına gönderme vardır. Şiir, özellikle Hüseyin’in öcünü almaya ve onun düşmanları, Kerbela faciasının sorumluları, halife Mervan ve Yezid’e düşmanlığa bir çağrıdır; başka bir deyişle, Şiirlerin teberra ve tevella şiirlerinden biridir: Hüseyin düşmanlarına nefret ve Ehl-i Beyt’e muhabbet. Son dörtlükten bir öncekinde yer alan öldürme çağrısı, Hüseyni öldürenlere karşı bir çağrı olarak alınabilir; fakat aynı zamanda Osmanlı hükümdarına da. Her halde, Pir Sultan burada bir ayaklanmacı olarak iyice belirmededir. İmgesini değiştirerek, söylence onu, mazlumların savunucusu, örnek bir kahramana dönüştürür.

Şiirsellik açısından Pir Sultan’ın eseri, doğa bitimlemeleri ve görünümlerin zenginliği ile erişilme örnekler içermededir. Betimlemeler kimi zaman savaşçı bir solukla canlanır; fakat daha çok mistiktir. Bu yönüyle de eşsiz güzelliktedirler: Onlarda, şairin doğasında gelen mistik bir derinlik bulunmaktadır. Mistik kavrayışı dile getirmede bitkiler ve hayvanlar dünyasından alınan simgelerden yararlanılmaktadır.

İşte çok tanınan bir şiiri. Şiir anlayışının ayrıca çizgilerinden biri olan kapalı bir anlatımla, şair “sülük”ü anlatmaktadır. (Bak.: Iréne Mélikoff, Hadji Bektach un mythe et ses avatars, s. 230-234).

Uyur idik uyardılar
Diriye saydılar bizi
Koyun olduk ses banladık
Sürüye saydılar bizi

Sürülüb kasaba gittik
Kanarayı meskan ettik
Didar defterine yettik
Şükür hoş gördüler bizi

Halimizi hal eyledik
Yolumuzu yol eyledik
Her çiçekten bal eyledik
Arıya saydılar bizi

Hak divanı’na dizildik
Pir defterine yazıldık
Bal olduk şerbet ezildik
Doluya saydılar bizi

Pir Sultan’ım Haydar şunda
Çok keramet var insanda
O cihanda bu cihanda
Ali’ye saydılar bizi.
(“Gaflet uykusundan uyandırdılar, bizi diriler arasına koydular (Sufilerin “ölmeden önce ölmek”, “sülükde dirilmek için dünyada candan geçmek” söylemine gönderme). Söz banlayan koyun olduk, sürüye aldılar. Kendimizi yola bıraktık; kesilmeye boyun eğdik, Seçkinler defterine geçtik, ölmüşlerden saydılar. Halimizi düzene soktuk, Yol’u bulduk, herçiçekten bal aldık, bizi arıdan saydılar. Aşk ve biliş defterine geçtik, Yol-göstericinin karşısında sıralandık, bal olduk, şerbet kılındık, içkiden saydılar. Pir Sultan’ım; Haydar’ım şu dünyada. Pek çok keremet var insanda. Bu sebepledir ki bu dünyada ve o dünyada, bizi Ali’ye laik buldular.”)

Kerbela olayının anısı, Bektaşi-Alevilerin belleğinde hep yaşamaktadır: her törende anılır. Hüseyin’in ölümü, yığınlara çoşku ve heyecan getirir.

Bununla birlikte, simgeleştirmenin hep hazır bulunduğu halk çevrelerinde, olgular sürekli güncelleştirilmededir: Hüseyin, her koşula göre yenidene yaşam bulur. Kerbela, zulmün, baskının, Alevilerin kurban verdikleri kıyımların ve Hüseyin, dökülen kanının öcü alınması gereken şehit kahramanın simgesi olur:

Tanrıların gücü zamanla zayıflar ve artıkkendilerine tapmanın gerektirdiği yükseklikte bulunmayabilirler. İnsan türünün yaşamına uzak ve yabancı en yüksek gök-Tanrı Uranus da yerini, insan gereksimlerine daha yakın duran güneş-Tanrı’ya bırakmıştır. Daha sonrada gök-Tanrşerek insan suretine bürünür ve Bektaşi-Alevilerin yakarışlarında anıp geldikleri Şah-ı Merdan, yani Ali belirginleşir. Bununla birlikte bu anmalarda ilk yeri, her zaman gözyaşlarının kaynağı Hüseyin almadadır. Hüseyin, acı çeken insanlığın simgesi, ezeli mazlum’dur.

Son on yıllarda genç Aleviler, bilgisizliğin

Kitap: Kırklar’ın Cemi’nde
Yazar: Iréne Mélikoff
Ekleyen: Seyyid Hakkı

Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. * YouTube, Alevilikte inanç-Seyyid Hakkı kanalımız: https://www.youtube.com/user/YediDeryaSohbeti62 * YouTube, Hakk Dergahı TV kanalımız: https://www.youtube.com/@hakkdergahitv8618 * Facebook, Hakk Dergahı muhabbet grubumuz: https://www.facebook.com/groups/244039227002241 * Fcebook, Hakk Dergahı Ilim Irşad sayfamız; https://www.facebook.com/profile.php?id=100057353323519 * WEB sayfamız, Alevilikte Inanç-Seyyid Hakkı; https://www.alevilikte-inanc.de/ * Facebook, Seyyid Hakkı özel sayfamız; https://www.facebook.com/SeyyidHakkiAL/ Aşk ile Canlar...