5- Kırklar’ın Cemi’nde -2
Kırklar’ın Cemi’nde -2
Bacıyan-ı Rum’dan Biri: Kadıncık Ana Üzerine Araştırma
Eski Türktopluluklarında Türkmen kadının ağırlıklı bir yeri vardı. Bu, köken bakımından göçer topluluklarda kadının, haremlerin rahat ve kapalı yaşamında bir köşeye çekilmiş, işsiz ve güçsüz kadınlarıyla hiçbir benzerliği yoktur. Göçer kadın, ata binmeyi, erkek av ya da talan için gittiğinde obaya göz kulak olmayı bilmek zorundaydı; sürüye dadanan yaban hayvanına karşı savunmayı, gerektiğinde saldırganlara saldırmayı da bilmesi gerekiyordu. Böylece o, savaşan bir amazon oluyordu.
Kadının, Ortaçağ destan edebiyatındaki görünümü de bu savaşçı amazon çevresiyledir: destanlarda ve kahramanlık manzumelerinde –kadın kahraman Efromiya’nın, eşi Artuhi ve Melik Danişmend ile yan yana bir kafir ordusuna saldırdığı Melik Danişmend’in Kahramanlık Destanı’nda da görüldüğü gibi (Iréne Mélikoff. La Geste de Melik Danichmend (Etude cririque de Danişmendname), 2 cilt, Paris 1960 (Bibl. Archéologgique de l’Institut français d’Istanbul, X-XI). kadın kahraman tam bir savaşçıdır.
Bu, Dede Korkut Kitabı’ndan da böyledir. Kann Turalı’nın evlenişinin hikayesinde güzel Selcen Hatun, dövüşte yenik düşen eşini, düşmanının kafasını keserek kurtarır ve Kann Turalı’yı atının sağrısına bindirir. Fakat eşinin üstünlüğü Kann Turalı’nın ağrına gider. Iki genç birbirlerinin olmak için güreşir, yarışırlar. (Muharrem Engin, Dede Korkut Kitabı, I, Ankara 1958 (TDK), s. 184-188; aynı yazar, Dede Korkut Kitabı, metin-sözlük, Ankara 1964 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü), s. 68-80.
Şimdi de destan edebiyatının, Küçük Asya’ya özgü meslek loncaları ve özellikle Ahi loncaları içinde gelişen bir başka biçimlenişine bakalım. Anadolu’daki gezisi süresince ahilerin konuğu olan Faslı gezgin Ibn Battuta, bu insanların sazla, sema ile ve yiğitlik öykülerinin anlatılarıyla kendilerinden geçtikleri toplantılardan söz etmektedir. (Ibn Battuta, “Voyages et périples”. Voyageurs arabes, Paul Charles-Dominiques’in sunuşuyla, Paris 1995 (Bibl. De Pleiade), s. 635-669. Destan edebiyatı, gerçekte, meslek loncalarının ruhunu oluşturan yiğitlik emelini yaymanın aracıydı. Kahraman, bu emelin bir bedenleşmesi oluyordu. (Fr.Taeschner, “Der Anteil des sufismus an der Formung des Futuwwaideals”, Der Islam, XXVI, Berlin-Leibzig 1937, s. 43-74.) Bu loncalarda özellikle yükseltilen kahramanlar vardı. En başta geleni de, şüphesiz, söylenceleri Destansı bir öykü biçiminde günümüze kadar ulaşmış buluna Abu Müslim’di. Tarihsel kökeniyle öykü, Merv’li Ahilerin çevresinde ve Horasan yörelerinde geçmektedir: Ali taraftarlarının savaşını zafere götürecek olan lonca, Merv’li Ahilerin tekke’sinde oluşur. Bir halk cengâvari olan Ebu Müslim, kırk Ahi ile onların başkanı Demirci Ahi Hurdek tarafından desteklenmektedir. (Iréne Mélikoff, Abu Müslim, le “Porte-hache” du Khorassan dans la tradition épique turco-Iranniennne, Paris 1962.)
Ahilerin toplantılarına katılanlar arasında kadınlar da vardır ve Merv’in zorba yöneticisine karşı savaşta olanlar da yer alırlar. Bunlar, özellikle, -sosyal kavgada ağırlılı bir yeri bulunan Sitt’i Tekülbaz gibi-, Ebu Müslim’in yanında yer alan şarkıcı ve oyuncu kadınlar, sosyal bir yasakla yasaklanmış işler yapan kadınlar. (a.g.e., s. 106-108; aynı yazar, “Abu Müslim, Patron des Akhis”, De l’épopé au mythe-Itinéraire turcologique, Istanbul 1995 (Isis), s. 35-40.)
Ebu Müslim Destanı, Gazneli Mahmud çevresinden bir öykü-yazıcı, Ebu Tahir’i Tusi tarafından kaleme alınmış bir temele dayanmıyor olmakla birlikte, ulaştığımız en eski metin, Candaroğulları ailesinden, “Kötürüm Bayezid” adıyla tanınan Emir Celaleddin Bayezid’in beğliği yıllarında, XVI. yüzyılda Kastamonu’da yaşamış olan Hacı Şadi adlı bir yazara aittir.
Acımasız bir zorba olarak anılan Celaleddin Bayezid’in beğliği 1360-1385 yılları arasındadır. Onun adına, Şadi, 1362’de Dâstân-ı Maktel-i Hüseyin’i (Hüseyin’in öldürülüşünün manzum öyküsü), daha sonra da Ebu Müslim Destanı’nı kaleme aldı. Ebu Müslim Destanı’nın Maktel’den sonra yazıldığını düşünmemizin sebebi vardır: Maktel’de yazar Şadi-i Meddah olarak göründüğü halde, Ebu Müslüm Destanı’nda Hacı Şâdi adı geçmektedir. (Aynı yazar, “Le drama de Kerbela dans la littérature turque”, De l’épopé au mythe, s. 41-45.)
Bu destan ilk Safeviler döneminde yeniden ilgi uyanır. Türkiye’de ve Avrupa kitaplıklarında, XVI. yüzyıl el yazmalarında eserin, Türkçe ve Farsça birçok nüshası bulunmaktadır. Paris Biblothéque Nationale’de de birkaç nüshaya rastlıyoruz. (Aynı yazar, Abu Müslüm, le “Porte-Hache” du Khorassan, s. 71-83.)
XV. yüzyıl Osmanlı tarihçesi, Aşıkpaşazade, o dönemde Küçük-Asya’da dört iş-kolundan söz ediyor: Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum (Aşıkpaşazade, Tevarih-i Ali Osman, Ali yayını, Istanbul 1332, s. 204-205; aynı eser, Osmanlı Tarihleri, I, Istanbul 1949, s. 237 (Çiftçioğlu N. Atsız yayını). Bu iş kolları, savaşçı Gazi’ler sınıfını, zanaat sınıfı Ahi’leri, dervişlöer sınıfı Abdal’ları ve bir de kadın lonca, Bacı’lar sınıfını kapsamaktadır.
Tarihçi Bacıyan-ı Rum arasından, Hacı Bektaş’ın manevi kızı dediği Hatun Ana’nın adını veriyor. Münzevi ermiş, manevi güçlerini ona bırakmıştır. Veli’nin ölümünden sonra, türbesini yaptıran ve müridi Abdal Musa’nın katkısı ile Bektaşi tarikatını kuran da odur. (Aşıkpaşazade, Ali yayını, s. 205; Atsız yayını, s. 238.)
Ömer Lütfi Barkan, fetihler döneminde kolonileştirici etkileri ve onların zaviye’leri üzerine ünlü yazısında, (Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı Imparatorluğu’nda bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak Vakıflar ve temlikler I: Istila devirlerinin kolonizatör Türk dervişleri ve zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, V (1942), s. 279-386.) Bacı ya da unvanları ile zaviye yöneticisi birçok kadın adı sayıyor: Bu adlar arşiv belgelelerinde geçmektedir. (Ö.L. Barkan, aynı yer, s. 302-303, 323. Yazar, 63, 74, 32, 85 ve 43 numaralı arşiv belgelerini işaret ediyor. Madam Iréne Beldiceanu, belge numaralarının eskiliğine dikkat çekmededir. Ayrıca bak.: Iréne Mélikoff, “Un ordre de derviches colonisateurs: les Bektachis. Leur role social et leurs rapports avec les premiers Ottomans”, Mémorial Ömer Lütfi Barkan, Paris 1980 (Bibl. De l’Inst. Français d’Etudes anatoliennes d’Istanbul, XXVIII, s. 149-157.) Yazar şu adları veriyor: Kız Bacı, Ahi Ana, Sagrı Hatun ve Sagrı Hatun Zaviyesi, Hacı Fatma, Hacı Bacı, Hundi Hacı Hatun, Süme Bacı. Arşiv belgelerinde yer alan ve Ömer Lütfi Barkan’ın adlarını andığı bütün bu kadınlar, Tekke ya da Zaviye yöneticileri, kadın tekke’lerinin “şeyh”leri idiler.
Bundan, Osmanlı Imparatorluğu’nun ilk yüzyılları boyunca, kadınların büyük sosyal ağırlıkları olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Arşivlerin tanıklığı, tarihçi Aşıkpaşazade’nın söylediklerini doğrulamaktadır.
Sözü edilen Bacıyan-ı Rum’dan Aşıkpaşazade’nin Hatun Ana diyerek andığı ve Hacı Bektaş Vilayetname’sinde önce Kadıncık, daha sonra da Kadıncık Ana olarak anılan birini biraz daha yakından incelemeye alacağım.
Bu Kadıncık Ana, Hacı Bektaş’ın manevi mirasçısı olan ve Abdal Musa ile birlikte ilk Bektaşi tarikatını kurmuş bulunan, Aşıkpaşazade’nin Hatun Ana’sı ile aynı kimse olacaktır.
Tarihçinin bu tanıklığından sonra, Veli’nin Vilayetname’sinin (Hagiographie) onunla ilgili verdiği bilgileri gözden geçirelim.
Vilayetname’de, iki kadın görüntüsünün birbiriyle karıştırılması gerekmektedir.
Anlatının başlangıcında, Hacı Bektaş, bir güvercin donunda gidip konacağı diyar’ı Rum’a kendisini ulaştıran yolculuğunu çıkışında, Rum ülkesinin dervişlerine (Rum Erenleri’ne), görünmeye alemlerden (ma’nâ âlemi’nden) kardeşlik selamı gönderir. Bunların sayıları elli yedi bin’dir ve Gözcü’leri Karaca Ahmed’dir. Selamı yanlızca bir kadın, Fatma Bacı alır. Fatma Bacı, Karaca Ahmed’in mürşidi olan, Sivrihisarlı Seyyid Nureddin’in kızıdır. O sırada, dervişlerin aşını hazırlamaktadır. Yerinden doğrulur, elini göğsü üzerine koyarak, üç kez rükü eder. Dervişler kimi selamladığını sorarlar; ma’na aleminden, bir Horasan Dervişinin Selamını aldığını söyler. (Abdülbaki Gölpınarlı, Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli, “Vilayet-Name”, Istanbul 1958, s. 18.) Öncelik haklarını korumak üzere dervişler, Türkistan’ın doksandokuz bin Velisinin Pir’i Ahmed Yesevi’nin gönderdiği bu ermişin gelişini önlemeye karar verirler. (Vilayetname, sayıları doksan dokuz bin olan Türkistan erenleri ile yetmiş yedi bin Horasan Erenleri’nin ve elli yedi bin Rum Erenleri’ni birbirinden ayırmadadır. Krş. A. Gölpınar, Vilayet-Name, s. 5, 14, 18-19; ayrıca bak.: I. Mélikoff, “Les origens Centre-Asiatique du Soufisme anatolien”, Sur les Traces du Soufisme Turc-Recheches sur l’Islam populaire en anatolie en Anatolie, Istanbul 1992 (Isis), s. 151-161.)
Bu Fatma Kadın’ı, Vilayetname’nin başlıca kişilerinden biri olan bir başka kadın çehresi, Kadıncık ile karıştırmamalıdır. Bu ikincinin adı kutlu Melek’tir ve Çepni boyundandır. Çepni boyu ileri gelenlerinden Yunus Mukri’nin oğlu Idris’in karısıdır. Yunus Mukri, Solucakarahöyük yöresine yerleşmek için obasından ayrılmıştı. Hacı Bektaş geldiğinde henüz yeni ölmüş ve dört oğul bırakmıştı. İyi yetişmiş bir insan olan Idris, bunlardan biriydi. Kadıncık, bir kerameti dolayısıyla, yeni gelenin ermiş olduğunu anladı. Kocasına durumu bildirdi ve onun, köyün yedi hanesinden biri olan evlerinde konuk kalmasına karar verdiler. Fakat Idris’in kardeşi Saru bu konuktan hoşlanmamıştı: Kadıncık’la Veli’nin ilişkileri üzerine karalamalar yaparak ondan kurtulmak istedi. İdris bu dedikodulara kanmadı. Kısa zaman sonra, bir olay, Hacı Bektaş’ın “mücerred”, tek yaşayan bir münzevi olduğunu Saru’ya ve köyün öbür insanlarına gösterdi. (Vilayet-Name, s. 21, 26-29, 31.)
Vilayetname, Kadıncık’ın, babasından mal mülk kalmış, zengin bir kadın olduğunu söylüyor. Fakat o elindeki her şeyi dervişlere yardım için harcamış ve kısa zamanda üzerindeki giysisinden başka bir şeyi kalmamıştı. Bir gün Hacı Bektaş ondan, Horasan’dan gelen bazı Kalender’leri ağırlamasını istedi. Kadıncık, artık hiçbir şeyi bulunamadığından onlara yiyecek alabilmek için sırtındaki giyeceğini verdi ve soyunukluğunu gizlemek için ekmek fırınının içine girdi. Bununla birlikte Hacı Bektaş’ın kerameti ona bir yüklük dolduracak kadar giysi sağlamış ve konuklara “Hoş geldin!” demeye çıkabilmiştir. (a.g.e., s. 64-65.)
Kadıncık bir gün Hacı Bektaş’ın abdest aldığı sudan içer. Veli’nin burnu kanamış ve suya birkaç damla damlamıştır. Kadıncık bundan hamile kalır ve iki erkek çocuğu dünyaya getirir: Habib ve Hızır Lale.
Bu olanağ-dışı doğumların öyküsü Aleviler ve Bektaşiler arasında ayrılığa sebep olmuştur. Aleviler döl ile gelen soya, “bel evladı”na inanıyorlar ve bu soy Çelebi adıyla anılıyor. Hacıbektaş köyünde bir Çelebi sürekli bulunmadadır. Bektaşiler bu soy bağını benimsemiyor ve nefes evladı denen manevi sülük bağını kabul ediyorlar.
Aşıkpaşazade’ye göre, Hatun Ana, Hacı Bektaş’ın manevi kızıydı. Tarihçi onun Bacıyan-ı Rum’dan olduğunu da belirtiyor. Vilayetname ise, Kadıncık’ın oğullarının kerametle doğduğunu kabul ederken, Hacı Bektaş’ın mücerred, tek yaşayan bir münzevi olduğunda ısrar ediyor. (Hacı Bektaş’ın “mücerred”liği, bekar ve tek yaşadığı, Vilayet-Name’de iki yerde geçmededir. Bak.: a.g.e., s. 4 ve s. 32-33.)
Hacı Bektaş’ın Ölümü
Ölüm döşeğinde Veli son isteklerini, seçkin müridi Saru Ismail’e söyler ve Kadıncık’ın oğlu Hızır Lale’nin, manevi yol gösterici olarak, yerini almasını ister.
Kadıncık, Fatıma Ana olmuştur. O aynı zamanda, Erenler Anası, “Dervişlerin annesi” sayılmadadır. (a.g.e., s. 90-91.) Gernçliğinde Kutlu Melek diye anılan Kadıncık, bir topluluğun manevi annesi olmuş, Ana unvanını ve kutsallaştırıcı Müslüman bir ad olarak da Fatıma adını almıştır.
Vilayetname’nin söylenceli anlatışı ile tarihçi Aşıkpaşazade’nin anlattıkları arasında ortak noktalar vardır: Hacı Bektaş, manevi güçlerini tarihçinin Hatun Ana, geleneğin Kadıncık Ana dediği, Bacıyan-ı Rum’dan bir kadına bırakmıştır. Kadıncık Ana, bir dervişler topluluğunun manevi annesi olmuştur. Veli’nin türbesini yaptıran ve müridi Abdal Musa ile birlikte ilk Bektaşiler tarikatını kuran da odur.
Ömer Lütfi Barkan tarafından incelemeden geçirilen arşiv belgelerinin tanıklığı, zaviye ya da tekke “şeyh”i kadınların varlığını doğrulamaktadır. Bu kadınlara Bacı ya da Ana denmedeydi. Arşivlerde Hacı Ana ya da Hacı Bacı unvanı ile de karşılaşıyor. Bir de Ahi Ana’ya rastlanmaktadır.
Bu kadınların, tıpkı Hatun Ana’nın müridi Abdal Musa’nın durumu için olduğu gibi, erkek müridleri de bulunmadaydı.
Arşiv belgeleriyle de doğrulanan bu tanıklıklar, kadının yüksek bir sosyal konumda bulunduğunu ve ona saygı duyduğunu bize gösteriyor. Buna rağmen, XVI. Yüzyıldan sonra, Türkmen kadını bu ağırlığını koruyamamış görünmektedir.
Burada, bilgili araştırmaları bulunan bir yazara, öbürleri arasında Fatıma Bacı ve Bacıyan-ı Rum adlı bir kitapçığın da yazarı olan Mikail Bayram’a bir paragraf ayırmam gerekiyor. (Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları teşkilatı), Konya 1994).
Mikail Bayram, dikkat gerektiren bir konuyu elindeki geniş belgelere dayandırmadığı için hataya düşmüştür. Vilayetname’nin başlangıcında yer alan ve Sivrihisarlı bir Seyyid’in kızı olan Fatma Bacı’yı, Çepni boyundan, “Kadıncık” diye anılan Kutlu Melek’le karıştırarak, yazar, dönemi içinde olağanüstü uzun yaşamış ve en azında üç kez evlenmiş, gerçek-dışı bir kadın ortaya koymuş bulunuyor: Kocalarından birisi de Hacı Bektaş’ın yakın yoldaşı ve çağdaşı olan Gülşehirli (bugünkü Kırşehir) Ahi Evren olacaktır. Ahi çevrelerinde tanılan biri olan bu şahsın, (Fr. Taeschner, “Gülschehris Mesnevi Auf Achi Evran den Heiligen von Kırschehir und Patron der Türkischen Zünfte”, Abhandlungen für die Kunde des Morgenlandes, XXXI, 3, Wiesbaden 1955.) Fatma adlı bir eşi olmuş olabilir. Fakat hiçbir bilgi, Vilayetname’nin Kadıncık’ı ile arasında bir bağlantı kurmaya yetmemektedir.
Abdülbaki Gölpınarlı, bu iki kadının birbiriyle karıştırılabileceğini sezmiş görünüyor: Vilayetname’nin yayınına koymuş bulunduğu adlar dizininde, Fatma Bacı’yı Fatıma Ana’dan (Kadıncık’tan) öbür adı ile Kutlu Melek’ten ayırmaktadır. (Vilayetname, Indeks, Fatıma Ana (Kadıncık) ve Fatma Bacı adları.)
Kutlu Melek, Çepni boyundandı. Bu boy ve çok sayıda alt kolları, Karadeniz’i çevreleyen ve Sivas’ın kuzeyinde yer alan bölgelerde (Çorum-Amasya-Zile-Tokat) geniş bir alana yayılmış bulunuyordu. (Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler)- Tarihleri, boy teşkilatı-destanlar, Istanbul 1992 (4. basım), s. 241-248, 317.) Çepni boyları, cemaat-dışı (hétérodoxe) inançları ve Şiiliğe yakın oluşları ile tanınıyorlardı. Uzun Hasan zamanında, Safevilerin yanında yer almadan önce, daha çok Akkoyunluların buyruğundaydılar. Daha sonra Çepniler, Safevilere destek veren ve onları başarıya götüren boylar arasında yer aldılar. (Aynı Yazar, Safevi Devleti’nin kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin rolü, Ankara 1992 (TTK), s. 50, 66, 80, 82, 104, 194.)
XIV. ve XV. Yüzyıllarda, Küçük Asya’da kadın loncalarının varlığı gerek belgelerle, gerek kaynakların tanıklığı ile yeterince kanıtlanmış bulunmaktadır. Bu loncalar daha sonraki yüzyıllarda niçin ortadan kayboldu?
Osmanlı Imparatorluğu’nun siyası yapısı, gözle görülebilen bir gelişme içindeydi ve önceki yüzyılların sosyal kurumlarına artık, onda yer alamazdı. Fatihlerin karamanlık dönemi tamamlandıktan ve Yeniçeri Ocakları gibi asker ocaklarının kurulmasından sonra, Gazi’lerin loncalarına gerek kalmamıştı.
Ahiler içinde söz konusu olduğu gibi, dağılmalar döneminde ve özellikle Moğol akınlarını izleyen dönemde Selçuk yönetiminin çöküş yıllarında loncaların, merkez gücün yerini tutabilecek bir ağırlığı vardı. Böyle olduğu içindir ki, bir ahi sülale; XIV. Yüzyılda (1360/61’de) I. Murad kenti ele geçirene kadar Ankara’yı yönetebilmişti. (Fr. Taeschner, E.I., 1960, “Akhi” maddesi; I. Mélikoff, “Un document Akhi du XIII e siécle”, Itinéraire d’Orient-Hommage á Claude Cahen, Res Orientales, VI, 1994, s. 263-270.)
Ahilerin manevi gücü ve bir üst güce bağlı olmama istekleri sonunda istenmez olunca, onlar da yavaş yavaş siyaset sahnesinde çekildiler. Bir ara, tıpkı Abdal’ların ve Gazi’lerin loncalarından arta kalanlar gibi, Safevilere katılmayı denediler. Hatai’nin şu mısralarında bunun bir kanıtını buluyoruz:
Şahun evladına ikrar edenler
Ahiler, Gaziler, Abdallar oldu
(Tourkhan Gandjei, Il canzoniere di Sah Isma’il-Hata’i, Napoli 1959, s. 15 (On üçüncü manzume).
Sonunda Ahiler de, Abdallar gibi, Bektaşiler tarikatına sığındılar. Abdallar, Osmanlıların desten ve ayrıcalıklar vererek Bektaşi tarikatı yoluyla yönlendirmeye çalıştıkları dervişlerin düzene karşı eylemlerine katıldılar. Yavaş yavaş, bütün cemaat-dışı kımıldanmalar, din konusunda kural-dışılığın (non-conformisme’in) merkezi durumuna gelen bu tarikatta kendilerine barınak buldular.
Ahiler ve Abdallarla birlikte, tıpkı Ahiler gibi, bazı mistik tarikat biçimleri ile sosyal kurumlar arasında bir kaynaşmayı temsil eden Bacıyan-ı Rum da ortadan çekildi.
Kadın, Bektaşi tarikatı içinde, kimliğini ve karışılmazlığını koruyabildi. Kadınların bu tarikat içinde mühim bir yeri oldu: Erkeklerin yanında toplantılara katılıyor, toplulukla ilgili kararlarda söz alabiliyorlardı. Aşık, ozan kadınlar da vardı ve törenlerde On Iki hizmet’in belirlenişinde de söz sahibi idiler.
Kadın, Bektaşilerde, bir yoldaş, bir kardeştir. Bacı adı ile anıldığı topluluk içinde de bu yeri korumadadır.
Gerçekte “Bacı”, Bektaşi ya da Alevilerde kadınlara verilen bir unvandır. Onlar sosyal isteklerde de savaşçılıklarını kanıtladılar ve genel olarak hiçbir zaman, gölgeye çekilmediler.
Bektaşi-Kızılbaş Tarihsel Bölünüşü ve Sonuçları
Bektaşilik de, Alevilik de –ya da geçmişteki adlandırılışı ile Kızılbaşlık da- bir din senkretizmi, bir inançlar karışımıdır. Fakat bu kısa süre içinde oluşumu açıklamamıza ya da onu oluşturan öğeleri gözden geçirmemize imkan bulunmamaktadır. (Bu konuda aşağıdaki makalelere bakınız: I. Mélikoff, “Recherches sur les composantes du syncrétisme bektaşi-Alevi”, Studia Turcologica Memoriae Alexii Bombaci Dicata, Napoli 1982, s. 379-395; aynı yazar, “L’Islam hétérodoxe en Anatolie: non-conformisme, syncrétisme, gnose”, Turcica, XIV, s. 142-152; yeniden yayımlanışı: Sur les Traces du Soufisme Turc-Recherches sur l’Islam populaire en Anatolie, Istanbul 1992 (Isis yayını). Bu sebeple, daha çok iki olgunun doğuşuyla birbirinden farklı evrimleşmelerini anlatmaya çalışacağım.
Gerek Bektaşiler, gerek Aleviler, -ya da eski adları ile Kızılbaşlar- Hacı Bektaş adlı halk velisine dayanmaktadırlar. Ben de karizması olan, fakat bir tarih temeli de bulunan bu jişilikle söze gireceğim ve onu sosyal zemine yerleştirmeye çalışacağım.
1239-1240 yılları arasında Selçuk Imparatorluğu’nu çökerten Babai ayaklanmasının baş kişilerinden Baba Ilyas’ın soyundan gelen XV. Yüzyıl tarihçisi Aşıkpaşazade, (Babai ayaklanması için bak,: Claude Cahen, EF, “Baba’i” maddesi; aynı yazar, “Baba Ishaq, Baba Ilyas, Hadjdji Bektash et quelques autre”, Turcica, I. 1969, s. 53-64: aynı yazar, “A propos d’un article récent et des Baba’i”, Journal Asiatique, CCX-CVIII, 1980, fasikiül 1-2, s. 69-70; A. Yaşar Ocak, La Révolte de Baba Resül au la formation de l’hétérédoxie musulmane en Anatolie, Ankara 1989 (TTK): aynı yazar, Babailer Isyanı-Aleviliğin tarihsel altyapısı yahut Anadolu’da Islam-Türk heterodoksisinin teşekkülü, Istanbul 1996.) Hacı Bektaş’ın, büyük atasının müridlerinden biri olduğunu söylüyor. (Aşıkpaşazade, Ali yayını, s. 204.206; Atsız yayını, s. 237-239.) Eseri XV. Yüzyılda keleme alınmış bulunan ve yine Baba Ilyas’ın torunlarından olan Elvan Çelebi de, bu bilgiyi doğruluyor. (Elvan Çelebi, Menakıbü’l- kudsiyye fi Menasibi’l-ünsiyye – Baba Ilyas’ı Horasani ve Sülalesinin menkabevi tarihi, jazırlayanlar Ismail E. Erünsal ve A. Yaşar Ocak, Ankara 1995 (TTK), s. 169-170.) Anabileceğimiz bir başka XIV. Yüyıl kaynağı da, Hacı Bektaş-ı Horasanı’nin, Baba Resül’ün, yani Baba Ilyas’ın Halife-i, seçkin müridi olduğundan söz eden, Eflaki’nin esridir. (Şams al-din Ahmad al Aflaki al-Arifin, I, Tahsin Yazıcı yayını, Ankara 1959 (TTK) s. 381.)
Böylece, Hacı Bektaş’ın, Baba Ilyas’ın ardınca “Horasan’dan geldiği”ni öğreniyoruz. “Horasan’dan gelmek” eski vekayi ve menakıb kitaplarında sık geçen kalıplanmış bir söylemdir. Başta, göç düşüncesine dayanmaktadır: Türkmen boyları, XI. Yüzyılın sonlarında Anadolu’ya gelmeye başladılar. Göçleri, VII. Yüzyılda ve özellikle Moğol akınından kaçmak zorunda kaldıkları VIII. Yüzyılda giderek yoğunlaştı. İzledikleri yol, genel olarak, Orta Asya ve Maveraünnehir’den başlıyor, Horasan’dan geçerek Hazar kıyılarından Iran , Azarbeycan’ına ulaşıyordu. Bu, Iran çöllerinden korunmanın tek yoluydu. “Horasan’dan gelmek”de, sözü edilen topluluğun oralı olduğu değil, göçer olduğu anlamını içermekteydi.
Bir Türk dervişi olan Hacı Bektaş, Anadolu’ya 1230 yılına doğru, muhtemel olarak, Harezm’in Moğolların eline geçişinden sonra sığınacak yer arayan Harezmililerin ardınca geldi. (Bak.: Claude Cahen, “baba Ishaq, Baba Ilyas, Hadjdji Bektash et quelques autres”, Turcica, I, s. 56-59.)
Anadolu’yu ellerinde bulunduran Selçuklular, hoşgörülü, uzlaşmacı yöneticilerdi ve öyle olmaları da gerekiyordu: Ülkelerinde değişik din ve ırktan insanlar vardı.
Selçuklu kentleri kültür ve zenginlik merkeziydi. Fakat Türkmen boylar düzen tanımıyorlar; kentlerin, kuralları belirlenmiş, huzur içindeki yaşamını altüst ediyorlardı. Sürülerine otlak bulabildikleri yeri ele geçiriyorlar ve sayıları arttıkça daha da rahatsız edici oluyorlardı.
Hacı Bektaş kendisini, kardeşi Mintaş’ın da Baba Ilyas saflarında yer aldığı ve savaşırken öldüğü, Babai ayaklanmasınının içinde buldu. (Aşıkpaşazade, Ali yayını, s. 204; Atsız yayını, s. 237.) Bunula birlikte Hacı Bektaş, Malya ovasında, tam bir kıyımla sona eren ayaklanmanın son evresine katılmadı. (Elvan Çelebi, a.g.e., s. 169.) Bir süre saklandıktan sonra, o zamanlar Solucakarahöyük ya da Karayol olarak bilinen köyde ortaya çıktı. Bu bölge o zaman, Oğuz’un Çepni kolunun alanıydı. Kendisi bu boydan olmamakla birlikte, Hacı Bektaş, köyün yedi hanesinden biri olan kadıncık Ana ile kocası Idris’in yaşadıkları eve konuk oldu. (Abdülbaki Gölpınarlı, Menakıb-ı Hacı Bektaş’ı Veli, “Vilayet-Name”, Istanbul 1958.) Burada bir riyazet ve ermiş yaşamı sürdürdü. Fakat bir tarikat kurucusu olmadı ve müridleri de yoktu. (Aşıkpaşazade, aynı yer.) Aşıkpaşazade’ye göre adını taşıyan tarikat, ölümünden sonra bir kadın tarafından kuruldu: Veli’nin yaşamının söylenceli anlatımı, Vilayetname’ye göre onun ruhani eşi olan bu kadın, yani Kadıncık Ana, tarihçi Aşıkpaşazade’ye göre Hacı Bektaş’ın manevi kızıydı. Kadıncık Ana, tarikatı, müridi Abdal Musa’nın yardımları ile oluşturdu.
Geleneğe göre 1270 yılında öldüğünde 63 yaşında bulunan Hacı Bektaş, (Bak.: Vilayet-Name, s. XIX-XX.) Türkmen boylarındandı. Bu boylar çoğunlukla 1167/1168 yıllarında Yesi’de (Bugünkü Türkistan) ölen, Orta Asyalı Türk velisi Ahmed Yesevi’nin yolunu izliyorlardı. (Ahmed Yesvi için, bak.: Fuad Köprülü, I.A., “Ahmed Yesevi” maddesi; aynı yazar, Türk Edebiyatında Ilk Mutasavvıflar, Ankara 1966, s. 5-153; I. Mélikoff, “Ahmed Yesevi et la mystique populaire turque”, Sue lez traces du Soufime turc, s. 139-150.) Fakat henüz bütün boylar Müslüman değildi ve Islam’a girmiş bulunanlar da henüz Müslüman örfü özümsememiş olabiliyordu. Nitekim bo boylar daha sonra da Safeviler yanında yer aldılar. (Çepniler için bak.: faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), 4. baskı, Istanbul 1992, s. 241-248, s. 317; aynı yazar, Safevi Devleti’nin kuruluşu ve gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin rolü, Ankara 1992, s. 50, 104.)
Hacı Bektaş, bir din bilgini değildi; Çağdaşı Mevlana Celaleddin Rumi gibi medrese öğreniminden gelmiyordu. O bir mutasavvıftı; halkin içinden çıkmıştı ve halka yakın duruyordu. Müslüman olmakla birlikte, Orta Asya’daki görenek ve uygulamaları bırakmamıştı. (Eflaki’ye göre, Hacı Bektaş, Müslüman olmakla birlikte, kendini Islam’ın gereklerini uygulamakla sınırlandırmıyordu. Bak.: Menakıbbu’l-Arifin, s. 381.) aynı zamanda bir utacı idi ve kerametler göstermedeydi. Menkıbelerinin anlatıldığı Vilayetname’de, bu açıkça görülmektedir. Söz konusu eser bize, Hacı Bektaş’ın camiye gitmediğini söylüyor. O, abdal’ları ile birlikte bir dağa çekilmektedir. Bu, dağ, Hırkadağı, şimdiki Hacıbektaş yerleşiminin yakınında bulunan, sönmüş bir yanardağdır. O zamanlar, yüksek kesimlerde ardıç ağaçları vardı. Dervişler bu ağaçlarla atéşler yakıyorlar ve çevresinde dönerek Sema yapıyorlardı. Bir gün, bir kendinden geçiş anında, Hacı Bektaş hırkasını ateşe attı. Bu olayda dağın adı Hırkadağı olarak kaldı. (Bak.: Vilayet-Name, s. 24-25, 35-36, 57, 74.)
Ardıç, Şaman inançlılarca bilinen bir bitkidir. Dallarının yanışıyla insanı kendinden geçirir. Bu sebeple, kutsal olarak tanınır ve arınma amacıyla kullanıldığı Tibet’te olduğu gibi, (Bak.: S.G. Karmay, “Les Dieux des Terroirs et les geneviers: un rituel tibaitain de purifikation”, J.A., Cilt 283, No. 1 (1995), s. 161-207.) Kalaş ya da Pakistan Şaman inançlıları arasında da hâlâ kullanılmaktadır. (Bak.: Viviane Liévre ve Jean-Yves Loude, Le Chamanisme des Kalash du Pakistan, CNRS, Paris-Lyon 1990, s. 50-53, 496-500.)
Ardıc ağacının yanan dallarından yükselen duman göklere uzanır ve Şaman’ın koruyucu ruhları olan “Görünmez Varlıklar”ı (Ga’ib Erenleri) yere indirir. Bu ruhlar olmaksızın tören yapılmaz. (Bak.: V.N. Basilov, Samanstvo u narodov Srednej Azü i Kazakhstana (Orta Asya ve Kazakistan halkı arasında Şamancılık) Koskova 1992 (Nauka), s. 229-278. Bu kitabın I. Mélikoff tarafından yapılan eleştirisi için bak.: Turcica, XXVII, 1995, s. 269-277.) Vilayetname’de, Varlıkları Hacı Bektaş ve onun dervişlerince bilinebilen bu “Ga’ib Erenleri’ne tam bir bölüm ayrılmıştır: Dervişler, Hırkadağı’nda yanan ateşler görerek oraya gider ve “Görünmez Varlıklar”la üç gün kalırlar. Bu üç gün boyunca zaman durmuş, hiç kimse yokluklarını anlamamıştır. (Vilayet-Name, s. 66.)
Abdal Musa’nın bir müridi ve Bektaşi ozanlarının ilki olan Kaygusuz Abdal, bir manzumesinde, koyun postunda namaz seccadeleri ve kalın yün abaları, “hırkaları” ile bu utacı dervişlerin bir görünümünü vermektedir:
Rum Abdallar gelür “Ali dost” deyü
Hırka giyer, aba deyü, post deyü
Hastaları gelür derman isteyü
Sağlar gelür Pirim Abdal Musa’ya
(Bak.: Fuat Köprülü, Türk halk edebiyatı ansiklopedisi, 1, Istanbul 1935, s. 29, “Abdal” maddesi; Ismail Özmen, Alevi-Bektaşi şiirleri antolojisi, I, Ankara 1995, s. 228.)
Hacı Bektaş çoğu kez, Yeniçerilerin serpuşu olan Elif Tacı ile ve bir evliya görünümünde resmedilmektedir: Sağ koluyla bir geyik tutmada, sol eliyle bir yavru arslan okşamaktadır. Bu resmi, onun gücünün ve merhametinin simgesi olarak anımsayacağız; fakat Hacı Bektaş’ın gerçek görünümünü Siyah-Kalem’in minyatörlerinde aramak doğru olacaktır. Bu minyatörlerde bazen yalınayak, sakallı, üzerinde kısa bir gömlekle, bazen hayvan postuna sarınmış, külahlı, ya da uzun hırkalı, dönen dervişler görmedeyiz. (Bak.: M. Ş. Ipşiroğlu ve S. Eyüboğlu, Fatih albümüne bir bakış (Sur l’album du Conquérant), Istanbul 1955; Beyhan Karamağaralı, Muhammed Siyah Kalem’e atf edilen minyatürler, Ankara 1964.)
Tarih kaynaklarında –hepsi de yetersiz olmakla birlikte-, Hacı Bektaş, Türkmen boylarından bir sufi olarak görünmektedir. Oğuz’un Kayı boyundan olan Osmanlılarla aynı çevredendir. Bu, ilk Bektaşilerle Osmanlılar arasındaki yakınlığı açıklayabilir: Onlar, aynı görenekten gelmektedirler. (Bak.: I. Mélikoff, “L’Origine sociale des premiers Ottomans”, The Ottoman Emirate (1300-1389), Institute for Mediterranean Studies, Halcyon days in Crete I; Rethymnon 1993, s. 135-144.)
Baba Ilyas’ın söylenceli yaşam öyküsünde, Elvan Çelebi, Hacı Bektaş’ın, Osman Gazi’nin kayınbabası olacak olan Edebali’yle çok yakın ilişkileri bulunduğunu söylüyor ve Edebali’yi bir Hacı Bektaş yoldaşı olarak gösteriyor. (Elvan Çelebi, a.g.e., s. 169 (1995. beyit.)
Hacı Bektaş’ın Osman Gazi ile tanıştığını, çok daha önce, XIII. Yüyıl sonunda ölmüş buluması dolaysıyla düşünemeyiz; fakat, Orhan gazi’nin yoldaşları arasında, içlerinde ilk Bektaşi tarikatının kurucusu Abdal Musa’nın da yer aldığı çok sayıda derviş görüyoruz.
Bu dervişler Trakya ve Balkanlar’ın fethine katıldılar. Gazi’lik aldılar. Fethedilen diyarlardan mülkler edindiler. Türk kültür ve inanışının merkezi olacak, tekke’ler ve zaviye’ler kurdular.
Ömer Lütfi barkan, tanınmış bir çalışmasında bu kolonileştirici dervişlerin ve zaviye’lerinin Fetihler dönemindeki etkin ağırlığını inceledi. (Ömer L. Barkan, “Osmanlı Imparatorluğu’nda bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak vakıflar ve temlikler I”, Vakıflar Dergisi, V, 1942, s. 279-386.)
Osmanlı tarihçi Oruç, Orhan Gazi’nin kardeşi Ali Paşa’yla Bektaşilerin tarikatı arasındaki yakın ilişkiden söz ediyor. Kendisi de dervişliği yeğleyen Ali Paşa, kardeşine, yeni oluşturulan orduyu, Yeni çerileri, Hacı Bektaş’ın korunması altına vermeyi öğütlüyordu. (Bak.: Oruç, Tarih-i Al-i Osman, Franz Babinger yayını, Hannofer 1925, s. 15-16; Oruç Beg Tarihi, Atsız yayın, Istanbul 1972, s. 34.)
Hacı Bektaş daha önce ölmüş bulunduğuna göre, bu hiç şüphesiz yanlızca bir söylencedir; fakat yine de Yeniçeriler, Bektaşi dervişlerin tarikatına bağlandılar. Bu askerler, yabancı öğelerden, erken yaşlarda devşirilmedeydiler ve bu sebeple de kolonileştirici dervişlerin manevi ve ahlaki korunmaları altına alınmaları uygun görünüyordu.
Buraya kadar, Islamlığın, boy yaşamı içindeki yanlışını gördük. Şimdi birbirinden ayrılan iki kolu tanımlayacağız: Bir yanda, bir topluluğun adım adım yerleşik bir yaşayışa ve kent yaşamına uyum sağlayışı; öbür yanda da, Anadolu’nun kır yörelerinde kalarak, göçer ve yarı-göçer yaşam tarzları ile karışıklıklara ve huzursuzluklara sebep olagelen toplulukların yaşayışı.
Yerleşik yaşam, dervişlerin kasabalara yakın alanlara kurdukları tekke’lere yerleşmeleri ile başladı. Bu yerleşimler, Osmanlı yönetiminin ilk üç yüz yıl boyunca, ödüller vererek bağışlarda bulunan Osmanlı sultanlarınca korundu. Osmanlılar, yeni ele geçirilen toprakların kolonileştirilmesinde de, tekke’lerin etkilerinden yaralandılar; (Bak.: Ö.L. Barkan, aynı yer; I. Mélikoff, “Un ordre de derviches colonisateurs: les Bektashi. Leur role social et leurs rapports avec les premiers lultans ottomans”, Mémorial Lütfi Barkan, Paris 1980, s. 149-157; yeniden yayını: Sur les traces du soufisme turc, s. 115-125.) Ayrıca Abdallar, Torlaklar, ışıklar ve daha genel bir ad ile Kalenderler olarak bilinen (Bak.: Fuat Köprülü,Les origines de l’Empire Ottoman, Porcupine Press, Filadelfia 1978 (Yeni basım); A.Y. Ocak, Osmanlı Imparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderiler (XIV.-XVII. Yüzyıllar), Ankara 1992 TTK) başıbozuk derviş topluluklarının ortaya çıktığıAnadolu’nun kır kesimlerinde, varlıkları süregelen cemaat-dışı ve kargaşa yaratıcı öğeleri denetlemede de onların güçlerini kullandılar.
Adı geçen zümrelerin kendi din şeyhleri ve kendi velileri vardı. Fakat Osmanlı yönetiminin çabasıyla bütün bu veliler kısa zamanda tek bir kişinin, halk dindarlığını yönlendiregelmekte olan Hacı Bektaş Veli’nin adı çevresinde belrleştiler.
Bununla birlikte iki ana kol ayırt edilebilmelidir: Tekke’lerle yerleşik yaşama geçmiş bulunan Bektaşiler ve henüz göçer ya da yarı-göçer yaşayan Kızılbaşlar. Uzun zaman Kızılbaşların belli bir adları olmadı. Osmanlı belgelerinde, Zındık “mezhepsiz”, Rafızi “ayrılıkçı”, “Şii” ve mülhid “Allahsız” olarak geçmededirler. “Aleviler” adı ile tanınmaları ise daha sonralarıdır. (Bak.: I. Mélikoff, “Le Probléme Kızılbaş”, Turcica, VI, 1975, s. 49-67; Yeniden yayını: Sur les traces du Sofisme turc, s. 29-43.)
Tarihteki adları “Kızılbaş”tır ve bu, ilk Safevilerin yolunda yürüyen boylarla köy zümrelerinin genel adıdır. Adın ortaya çıkışı, Şah Ismail’in babası Şeyh Haydar (1460-1488) zamanındadır. Kızılbaş, “kırmızı serpuş giyen” anlamındadır. Bu ad onlara on iki dilimli kırmızı serpuşları, aynı zamanda Tac-ı Haydari de denen, bu renkteki başlıklar dolaysıyla verilmişti.
Osmanlı belgelerinde Kızılbaş, “zındık” ve “inançsız asi” anlamında yer almadaydı.
Bu dışlayıcı anlam, Alevi söyleminin doğmasına yol açtı ve sözcük, Türkiye’de cemaat-dışı toplulukların adı oldu. “Alevi sözcüğü, söz konusu topluluklarca tarılaştırılagelen, Ali’ye bağlılık anlamını içermektedir. Buna karşılık, Iran’da, Ali’yi tanrılaştıran topluluklara “Ali-ilahi” denmede ve Alevi sözcüğü, Seyyid, yani Ali soyundan gelen anlamını içermektedir. (Aynı yer.)
Bununla birlikte günümüzde, Türkiye’de, “Alevi” sözcüğü de aynı küçültücü ve dışlayıcı anlamı yüklenmiş bulunmaktadır.
Kızılbaş-Alevilerin inançları, Bektaşilerinki ile aynıdır.
Her iki topluluk daHacı Bektaş’a bağlıdır. Fakat köylerde kalan Kızılbaş-Aleviler, düzen dışında kalırlarken, Bektaşiler düzenli topluluklar oluşturdular.
Kızılbaş-Aleviler, söylencelerin yerel folklorla kaynaştığı anlatılara (mythos) bağlanırken, Bektaşiler belli bir usul-erkan izlediler. Her iki topluluğun inanışı da, bir inançlar kerışımıdır ve Türk halkının karşılaştığı değişik inançlardan kaynaklanan Mani’ci (manicheist), Buda’cı, Nesturi ya da yerel Hıristiyan öğeler gibi, (Bak.: Not 26.) değişik kökenli öğeler içermededir.
Türklerin, çok kez, inanç sapmalarının merkezi olan bölgelere yerleşmiş bulunduklarını ve sonuç olarak buralarda üst üste gelmiş sapmalarla karşı karşıya kaldıklarını da göz önüne almamız gerekeçektir. Mesela, Erzincan-Sivas-Divriği bölgesi Kızılbaş-Alevilerin merkezi haline gelmeden önce, “Paulicien” sapmanın merkezi durumundaydı. (Bak.: I. Mélikoff, Recherches sur les componsantes du synnrétisme Bektaşi-Alevi” (yeniden yayını: Sur les traces du Soufisme turc, 59-60).
Fuat Köprülü, aynıolgunun yaban bir biçimi gibi görünmeleri dolayısıyla, Alevilere, “Köy Bektaşileri” adını vermektedir. (Bak.: Fuat Köprülü, “Les origines du Bektachisme. Essai sur le développement historique de l’hétérodoxie musulmane en Asie Mineure”, Actes du Congrés international d’histoire des religions (Paris 1925), 1926; aynı yazar, Influence du chamanisme turco-mongol sur les ardres mystiques musulmans, Istanbul 1929). Mesela Kızılbaş-Alevilerin sülük törenleri boy yaşamı törenlerine yakın görünürken, Bektaşilerin sülük erkanı (initiation), herhangi bir kapalı cemiyetinki ile aynıdır. Talip ve laik olan herhangi bir insan Bektaşi olabilir. Fakat Alevi doğmamış biri sonradan Alevi olamaz.
Bektaşilikte Baba, tekke’nin başkanıdır ve Baba olmak isteyen sülük evrelerini tamamlamış, böyle bir payenin gerektirdiği kemale ulaşmış olmalıdır. Fakat Alevilerde, Dede ya da topluluğun manevi yol göstericisi olacak kişi, soy bakımından Ali’ye ulaşan bir Ocak’tan gelmek zorundadır. Her Alevi köyü bir ocağa bağlıdır ve bu ocak’tan bir dede’nin, kendisine bağlı köyleri yılda bir kez ziyareti gerekir. Dede’nin olağanüstü güçleri olmalıdır.
Alevi topluluklarda anlatı (mythe), Bektaşilerde usul ve erkanın yerini almadadır. Törenler, Öte-Dünya’da ve Zaman’ın ötesinde geçen ilk-örneklerin (archetype) yeryüzünde tekrarlanışıdır. Ayin-i Cem de, Mirac gecesi (Peygamberin göğe yükselişi)’ndeki Kırklar Cemi’nin yeryüzündeki bir tekrarıdır. (Bak.: “Le Probléme kızılbaş” (Turcica, VI).
Dinsel sosyal kımıldanmaların her zaman başlıca niteliği kargaşa olmuştur; katılanlar kuşku yaratmış, baskı görmüş, her zaman çizgi-dışı kalmıslar ve güvenleri gereği, gizliliğe çekilmişlerdir. İnançları, yasaklandıkça “gnostik” biçimler almıştır: Kutsal metinlerin batıni yorumlarına dayalı öğretim, bağlantı dışında kalanların sülükleri, geceleri gizli mekanlarda törenler, müridlerin yanlız kendi aralarında kullandıkları üstü kapalı söylemler gibi. (Bak.: “Recherches sur les componsantes du synnrétisme Bektaşi-Alevi ve “L’Islam hétérodoxe en Anatolie: Non-conformisme-syncrétisme-gnose” konulu incelemelerimiz (Not 1).
Küçük-Asya her zaman mistik ve savaşçı bir coşkunun alanı idi. Bu, Osmanlı Imparatorluğu’nun ilk yüzyıllarında da görülebilmketedir. İlk Osmanlılar, askerlik başarılarını, bu savaşan mistik ruhun canlı tutuluşuna borçludurlar. Din ve savaş iç içedir. Dervişlerden Gazi’ler doğmuş ve Yeniçeriler Ocağı, Bektaşiliğe bağlanmıştır.
Ancak, XVI. yüzyılda, Osmanlı-Safevi savaşıyla durum değişir. Doğu-Anadolu’da, Kızılbaş kımıldanış Safevilerin kışkırtmaları iledir ve mistik Kızılbaş ideoloji, savaşçı coşkuyla bir aradadır. Kızılbaş ideolojisi, Osmanlı tarihinde ilk ayaklanmacılardan birinin adıyla Celali Isyanları diye anılan bir dizi dinsel ayaklanmalarının da hazırlayıcısı olmuştur. (Bak.: Mustafa Akdağ, Celali Isyanları (1550-1603), Ankara 1963.)
Bu ayaklanmalar dinsel kaynaklı görünmekle birlikte, çoğu kez sosyal ve ekonomik kökenlidir; genelikle Kızılbaşlara bağlanıyor olmakla birlikte, Bektaşilerin ruhlara ve zihinlere etki ile eylemlere esin kaynağı olmuş olabilecek, manevi katkıları göz ardı edilemez.
Bektaşilik, Osmanlı tarihinin daha sonraki döneminde dinde kural-dışılığın (non-conformisme) adı oldu. XIX. Yüzyılda, 1826’da, Yeniçeriliğin kaldırılışı ve tekke’lerin kapatılışından sonra, kural-dışıBektaşiler, “hüriyet” ve daha sonra XX. Yüzyılda da “terakki” (evrim, évolution) düşüncelerinin yanında yer aldılar.
Çoğu kez, kural-dışılık ve özgür düşünüş gibi ortak emellerde birleştiklerinden (Bak.: I.Mélikoff, “L’Ordre de Bektashis aprés 1826”, Turcica, XV, s. 155-178; yeniden yayını: Sur les traces du Sofisme Turc.) Hür-Mosonlara ve Jön-Türklere katıldılar. Türkiye Cumhuriyeti, Osmalı Imparatorluğu’nun yerini aldığında da Atatürk’ün hedeflerini benimsediler ve onun laik devlet çabalarına destek verdiler. Aleviler daha ileri gittiler: Atatürk’ü Hz.Ali ile karşılaştırdılar.
Bektaşiler ve Aleviler, aynı kökten geliyor olmakla birlikte, benzer iki topluluk oluşturmuşlar, farklı halkların etkileri ile birbirlerine karşı olmuşlardır. Bektaşiler Balkanlardan etkilenmişler, (Ba.: aynı yazar, “Les voies Balkans”, Halcyon Days in Crete II (Rethymnon’da 9-11 Ocak 1994’te düzenlenen bir sempozyumda). The Via Egnata under Ottoman rule (1380-1699), Rethymnon 1996). Alevilerse IranlI, Kürt ve başka Doğu Anadolu Halklardan etkiler almışlardır.
Osmanlı Imparatorluğu döneminde Bektaşiler hep el üstünde tutulmuşlarsa da, Baalkan ülkelerin elden çıkışından sonra ağırlık Alevilere kaymaya başlamıştır. Günümüzde Aleviler öne geçmiş olmakla, bBektaşiler az ya da çok kendilerini geriye atılmış saymaktadırlar. Her iki topluluk da aynı veliye, Hacı Bektaş Veli’ye bağlılıklarını sürdürüyor olmakla birlikte, Alevi problemin Bektaşileri geriye doğru ittiği göze çarpmaktadır.
Kitap: Kırklar’ın Cemi’nde
Yazar: Iréne Mélikoff
Ekleyen: Seyyid Hakkı