5- Türk Aleviliği -1
Türk Aleviliği -1
Alevi Sözcüğünün Etimolojisi
Alevi sözcüğünün kökeni, Arapça’dır. Aslı “Ali” dir.
Ali; yüce, ulu anlamına gelen bir sözcüktür ve tarihte Hazret-i Ali’nin kimliği ile özdeşleşmiş bir isimdir.
Alevi kelimesi, Ali sözcüğü, mensubiyet-aitlik-özdeşlik anlamı katan “-i” son ekinin eklemesi ile oluşmuştur ve dilbilgisinde türemiş sözcükler grubundandır.
Ali, sözcüğüne yandaşlık, aitlik anlatan “-i” eki ulanırken araya “-v-“ kaynaştırma sesi girer ve sözcük “Alevi” halini alır.
Aynı etimolojik durumu, Hamza sözcüğünde de görebiliriz.
Hamza yandaşları, Hamza yolundan gidenler anlamına gelen Hamzavi sözcüğünde de aynı yapısal durum oluşmuştur. Bu ses değişimi, türeme sürecinde benzer başka kelimelerde bol bol görülür: “Dünya” dan türetilen “dünye-vi”, “bünye” den türetilen “bünye-vi”, “daire” den “dairevi”, “mana” dan “mane-vi” gibi....
Alevi sözcüğünün bu etimolojisini bilmeyenlerle Alevi kavramını çarpıtmak isteyenler, “Alevi” yi, “Alev” sözcüğüne bağlama yanlışlığına düşmüşlerdir. Böylece de Alevi sözcüğüne, “Aleve / ateşe tapanlar” anlamını vermeye çabalamışlardır.
Bu oyuna başvuran iki kesim olmuştur. Birincileri, geçmişte Alevi düşmanlığını devam ettiren Sünni kesimden bazı yazarlar, sözde bilim adamlarıdır. Ne yazık ki sözlüklere, ansiklopedilere bile bu yakıştırma girmiştir.
Diğeri ise Aleviliğin Zerdüşlükten çıktığını iddia eden kürt kökenli, bazı angaje yazarlardır. Aleviliğin Kürt kültürünün ürünü olduğunu ileri süren bazıları, tarihi gerçekleri güncel siyasal amaçlar uğruna değiştirmeye çabalamışlardır.
Aleviliğin Kürtlere bağlamaya çalışanlar, giderek onun Hz.Ali ile bile ilgisinin olmadığını iddia etmeye başladılar. bu anlayışa bir başka kanattan da destek gelmektedir. Bunlar, Türkiye’de, Aleviliğin Hz.Ali ile ve sonuçta da İslamiyet’le ilgisi olmadığını iddia edecek kadar politikleşmiş tiplerdir.
Alevi Kavramı
Türkiye’deki akademik çevrelerde Aleviliğin tanımı, şimdiye değin dıştan, genelikle de mezhep kaygısı güdülerek yapıldı. Alevi aydınların ve yazarların tanımlamalarında ise siyasal kaygılar ve kişisel algılamalar etkili oldu. tenımın gerçekle bütünleşebilmesi için Alevilerin kendilerini nasıl ifade ettiklerinden yola çıkmak gerekir. Bunun için de Alevilerin, kendilerini yazılı kaynaklarında nasıl tanımladıklarına bakmalıdır.
Alevi yazılı kaynakları şunlardır:
1- Buyruk (İmam cafer-i Sadık Buyruğu), 2- Sözlü kültürden yazılı kültüre aktarılan Alevi halk ozanlarının dinsel şiirleri, 3- Menakıpnameler, 4- Vilayetnameler, 5- Cenknameler, 6- Tarihler-İslam Tarihi.
Bütün bu kaynaklar tarandığı zaman çıkan Aleviliğin tanımı şudur: Alevilik “Muhammed Ali yolu” dur.
Alevi yazılı kaynaklarının en önemlisi, bu mezhebin ilmihali olarak hazırlanan buyruklardır. Anadolu’da ve Balkanlar’daki Aleviler arasında değişik yazmaları bulunan Buyruklar, Aleviliği en yalın biçimde Muhammed Ali Yolu olarak tanımlar. Bu tanım şiire, menakıpnamelere, vilayetnamelere bu biçimde yansır.
“Alevi” sözcüğü, tarih içinde daha çok “Ali evladından olanlar” ı yani “Seyyidler” i anlatmak için kullanılmıştır. Örneğin, Emevi yönetimine isyan eden Kufeliler için ibn hallikan, Alevi diyor (ibn Kesir, c. 10, s. 63)
Harun Reşit, 782 yılında Hz.Ali soyundan gelen (Talibi) İbrahimoğlu Hasan’ı öldürtmek isterken Vezir Yakub’a, “Şurada bir Alevi var, onun hakkından gel!” diyor. (İbn Kesir, c. 10, s. 248)
833’te ölen Halife Memun, vasiyetinde, kardeşi Mutasım’a, “Alevilere iyi davran. İyilik yapanların iyiliğini kabul et, kötülük yapanları bağışla ve onlara maaş ver.” Demişti. (İbn Kesir, c. 10, s. 473)
9. yüzyılda Mazanderan’da Aleviler bulunduğu vurgulanırken, bunların Alevi vatandaşlar değil, Hz.Ali soyundan gelenler olduğu anlaşılmakta idi. eski tarih kaynaklarında bu sözcük genelde yukarıdaki anlamda kullanılıyordu.
Bu sözcük zaman içinde hem Ali evladından olanları hem de onlara bağlı kitleleri anlatmaya başladı.
Anadolu’daki Alevi kitleler için resmi Osmanlı kaynaklarında Alevi nitelemesi kullanılmıyordu. Çünkü, Alevi sözü, Ali’ye bağlı, onun yolunda giden anlamına geliyor, bu da onlara dinsel bir saygıyı zorunlu kılıyordu. Osmanlı Sünni yönetimi Alevi kitlenin ideolojik desteğini kırmak için Alevi nitelemesini kullanmadılar; bunun yerine genellikle “Kızılbaş” terimi ile yetindiler. Halbuki Alevilerin temsilcileri Alevi sıfatını 16. yüzyılda açık açık kullanıyorlardı. Örneğin, Sivas’ta 1550’ler dolayında asılan Pir Sultan Abdal, bir şiirinde şöyle diyor: “Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş / Hüseyniyem Aleviyem ne dersin”.
Şah İsmail’in askerlerinin 12 dilimli kızıl renkli külah takmaları yüzünden, Osmanlı, “Kızılbaş” sözcüğünü bunlar için kullanıyordu. Anadolu’daki Aleviler de Şah İsmail’e sevgi duydukları için “Kızılbaş” sözcüğü Osmanlı yönetimince hakaret/kötüleme için kullanılmaya başlamıştı. Pir Sultan Abdal, bu kötülemeye karşı Alevi kitlenin tepkisini böyle ortaya koymaktadır.
Pir Sultan Abdal’dan bir yüzyıl sonra, Alevilerin Yedi Ulular diye andığı ozan kümesinde olan Kul Himmet, açık açık Alevi kimliğini dile getirir:
“Cümle bir mürşide demişler belli (evet)
Tesbihleri (duaları) Allah Muhammed Ali
Meşrebi Hüseyni ismi Alevi
Muhammed Ali’ye çıkar yolları.”
Aslında yukarıdaki dörtlükte Aleviliğin tanımı, felsefesi, ilkeleri, kaynağı ve duruş tarzı açıkça ortaya koymaktadır: Tanım: Muhammed Ali yolu. Felsefesi: El ele El Hakk’a ilkesinden (Hazreti Muhammed’e ilk Müslümanların yaptığı Hudeybiye biatinden – kabul ediş – ilham alarak) yola çıkarak bir öndere (mürşide) bağlılık ve Allah Muhammed ali ilkesini temel almak. Kaynak: Muhammed ali: Hz.Muhammed’in risaleti ve Ali’nin velayeti; bunların iç içeliği. Duruş tarzı: Hüseyince... Yani zalime baş eğmemek.
16. yüzyılın sonlarında yaşanıldığı sanılan Derviş Mehmet yine Kızılbaşlığı açıkça savunan ozanlardandır:
“Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş
Bahçede açılan gül de kırmızı
İncinme ey gönül ne derse desin
Kur’an’ı derc eden dil de kırmızı”
18. yüzyılda Bolulu Dertli, Hüseyin aşkına ve Kerbela hatırına kendisini kesmiş ve Kızılbaşlığını haykırmıştır. Kızılbaşlığa sahip çıkmak, bir onur ve bir duruş olarak Alevi kitle içinde saygınlık / hayranlık kazanma yolu olmuştur.
İran’daki Türkmenlerle çıkar çatışmasına girene kadar Osmanlı yönetimi Alevi kitleler için küfür ve hakaret içeren açıklamalar yapmıyordu. Çünkü bu kitle Gaziyan-ı Rum, denilen Anadolu Gazileri’nin tabanını oluşturuyordu. Balkanların ele geçirilmesinde Gaziyan-ı Rum, örgütlü Osmanlı ordusundan daha etkili oluyordu. Çünkü, bu kesimin içinde yer alan Alevi babaları (dedeler) Hırıstiyan ikliminde serbest felsefe ile İslam’ı yayıyor ve Balkanların yoksulları, ezilmişleri Kızılbaşlık kanalından Müslüman oluyordu.
Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde, Anadolu’daki aşırı Alevi kitleleri anlatmak üzere “Işık taifesi” kullanılan terimlerden birisi idi. bunun yanı sıra “Torlak”, “Abdal” “Kalender”, “Etrak”, “Terakime” gibi ifadeler de dikkat çekmektedir. “Etrak”in Türk’ün çoğulu olduğu dikkate alınırsa, Alevilerle Türklerin bir zamanlar eleştirildiği bile anlaşılır. Zaten, Osmanlı Devleti’nde Alevilere karşı kıyım hareketi başlatıldığında, saraydaki devlet adamları ve aydınlar, Anadolu’daki Türk nufusu, “Etraki bi idrak: İdraksız, akılsız Türkler” diye aşağılıyordu.
Şiirlerini Farsça yazan ünlü Türk mutasavvıfı Mevlana Celaleddin Rumi de Türk’ü çok kötü bir millet olarak aşağılar. Aşağıda anlatılan olay bunu gösterir:
“Yine meşhur bir hikayedir: Bir gün Şeyh Selahaddin hazretleri bağını yapmak için üçretle Türk rençberler tutmuştu. Bunu gören Mevlana Hazretleri: “Efendi, bağ yapımında Rum rençperler, bozumunda da Türk rençperler tutmak lazımdır. Çünkü dünyayı imar etmek Rumlara; yıkmak ise, Türklere mahsustur.”
Mevlana Celaleddin’in ve onun efendisi olan Selçuklu sarayının bu bakış açısı; zamanla Osmanlı Devleti’ne de geçti.
1492 yılında Divan-ı Hümayun katibi olan ve Kadimi mahlasını taşıyan Hafız Hamdi Çelebi bakın ne yazıyor: “Başını kes, kanını dök, üzülme Baban bile olsa Türk’ü katlet.”
Kurduğu devletten hak isteyen Türk halkını; o devleti yöneten aynı milletten birisi işte böyle düşman görüyor.
16. yüzyıla doğru bu kesimleri anlatmak için “Rafızi (sapkın)” terimi kullanılmaya başlanmıştı. Saray alimlerince, dinsizleri anlatmak için kullanılan “mülhid” sözcüğünün hedefi de genelde Alevilerdi.
Daha sonra devreye Kızılbaş nitelemesi girdi ve Rafızi veya mülhidle anlatımın keskinleştirilmesi gereken yerlerde devletin tarihçileri bu terimi kullanmaya başladılar.
Tarih ve sosyoloji açısından baktığımızda Alevi teriminin İslam içi bir anlatım yolu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Sünni kesimin yazdığı tarihler, mezhep kitapları, Alevi kesimin bu konuda yazdığı kitaplar, Avrupalı araştırmacıların yaptığı çalışmalar ve yorumlar hep bu açıdandır. Ne acıdır ki günümüz Türkiyesi’nde, kendilerini Alevi gösteren kimi yazarlar, Alevilik için “dindışı, İslam dışı” dediler. Böylece de Alevilere dinsiz diyen şeriatçı/yobaz kesime koz verdiler.
Sünni din adamları ve yazarları, en eski zamanlardan beri Aleviliği incelemiş ve bunu itaplaştrmşlardr.
Bu çalışmalarda Aleviler ya Şii ya da Rafızi olarak gösterilmişlerdir; ki, bunlar bile İslam için nitelemelidirler. Koyu Sünni tarihçiler, “sapkın” anlamına geldiği için Rafızi terimini yeğlediler. Şia’yı; Bağdadi, Razi, Nefesi gibi yazarlar Rafizi diye tanımlar. Bu anlayışta olup 1037’de ölen Ebu Mansur Abdulkaahir el-Bağdadi, Ravafız bölümünde, Aleviler Rafızi (sapık) mezhep olarak kabul eder ama İslam içinde inceler. Bu Sünni yazar o zaman Alevilerin Zeddiye, Keysanniyye olmak üzere üç kolu bulunduğunu belirtir ve bunların alt basamaklarını da inceler (bak: Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 26 vd.) El-Bağdadi’den çok daha önce de bu konular mezhep kitaplarına bu biçimde girmiştir. 946’da ölen Mesudi’nin Muruc ez-Zehep adlı eserinde verdiği bilgiye göre, daha o dönemde Şia üç ana kol haline gelmiştir. 1- Zeydiyye: 8 fırka halindedir. (Sünni İslam’a daha yakındır.) 2- Gulat (İsmailiyye/ 7 İmamcılık): 8 fırkadır.: (Gulat, Galiye’den (aşırı) gelen bir terimdir ve aşırı Alevileri anlatır.). 3- İmamiyye: 35 fırkadır. “Şia fırkalarının tamamı 73 fırkadır. Gulat da 8 fırkadır: Muhammediyye koluna bağlı olanlar 4 kol, Mutezile koluna bağlı olanlar 4 koldur ve bunlar ALEVİDİR. (s. 223)”
Görüldüğü gibi bin yıldan daha öncesinde Alevilik terimi bir İslami mezhebi anlatmak üzere kullanılmıştır. Bu tanımlamada yer alan “Gulat” terimi de aslında Asya’da şekillenip Anadolu’da ve sonra da Balkanlar’da gelişerek süren Alevilik için de kullanılabilir. Gulat (aşırı) Alevilik, elbette ki Sünniliğe çok ters gelen bir çizgiyi temsil etmektedir.
Caferilik
Yazılı kaynaklara göre; Alevi kitle, Sünni çoğunluk karşısında kendisini, Caferi olarak adlandırmıştır. Bu Caferilik, günümüzdeki İran Şiası doğrultusunda kurgulanmış olan Caferilik ile ilintili değildir. Ortak yanlar sadece Ehl-i Beyt sevgisi ve saygısıdır. Aleviler, Sünni kesimin kendilerini geçmişteki bazı din bilginlerine bağlı olarak “Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli” olarak adlandırdıklarını görünce, onlar da kendilerine imam olarak İmam Cafer-i Sadık’ı temel almışlardır.
İmam Cafer-i Sadık, 765’de Hakk’a yürüyen büyük bir düşünürdür. O, Hanefi mezhebinin kurucusu sayılan Ebu Azam’a da hocalık yapmıştır. İşte onun adı, Alevilere mezhep kurucusu adı olmuştur. Caferilik, de sonuçta Ehl-i Beyt’e bağlanan sembolik bir isim olmuştur.
Bir Alevi, mezhep açısından kendisini anlatmak isterse, “Caferiyim!” diyebilir. Yakın zamanlara kadar köylerdeki Aleviler, Sünnilere karşı kendilerini böyle anlatıyorlardı.
Bu durumu 1920’lerde Besim Atalay saptamıştı. “Bektaşilik ve Edebiyatı” adlı araştırmasında (ilk yayını 1924) şöyle diyor: “Gerçekte Anadolu Bektaşileri (Aleviler) Caferi Mezhebinden olduklarını açıktan açığa söylerler. Mezhepte Caferi, tarikatte Bektaşi ve Alevi bulunduklarını itiraf ederler. (Ant Yay. S. 13)”
Alevi kitlenin kendisini Caferi kabul ettiğini, Alevi-Bektaşi ozanları en açık biçimde dile getirmişlerdir.
“İmam Cafer kullarıyız
Sohbetimiz nihan olur” diyen Şah Hatayi’den 19. yüzyılın büyük ozanı Harabi Baba’ya kadar ulu ozanlarda bu fikri görebilirsiniz:
“Harabi sen İmam Cafer’e bağlan
Gayri mezheplere etme vazife”
Türkiye’de Caferilik kullarını içeren İmam Cafer Buyrukları yayınlanmıştır. Bunlar Caferiliğin ilmihali gibi düzenlenmişlerdir. İmam Cafer Buyruğu adını taşıyan kitapların piyasada bulunanları, genelde Şii İran kaynaklıdır.
Anadolu Alevisinin kullandığı buyruklar, yazmalar halinde dedelerde (Seyyidler’de) ve köyün ileri gelen bir iki ailesinde bulunabiliyordu.
Bu Buyruklar, Şah İsmail Hatayi’nin şiirlerinde anlatılan Alevi/Kızılbaş ilkelerinin halk diliyle yazılmasından oluşuyordu.
15. yüzyılın ortalarına kadar giden buyruklara 20. yüzyıla kadar sürekli eklemeler yapıldı. Bu eklemelerle buyruk zenginleşti ama bazı yersiz bilgiler, bölümler de girdi. Bu anlamda buyrukların bugün ayıklanması kaçınılmazdır.
Buyrukları ilk kez günümüz Alfabesi ile Sefer Aytekin yayımladı. 1982’de Sivas’taki Şah İbrahim Ocağı dedelerinden Fuat Bozkurt dilini sadeleştirerek bastırdı.
Mehmet Yaman’ın basıma hazırladığı Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu adlı çalışma ile Hakkı Saygı tarafından yayımlanan “Şeyh Safi Buyruğu ve Rumeli Babağan (Bektaşi) Erkanları” adlı çalışma bu türün ilginç örneklerindendir.
Buyruklar sadece Türkiye’de değil bütün Balkanlar’da kullanılmıştır. Bugün bile Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Bosna, Arnavutluk gibi ülkelerdeki Alevi kitlenin elinde bölgelere az-çok uyarlanmış buyruklar bulumaktadır.
Anadolu Alevilerinin buyrukları, Anadolu’da ve Balkanlar’da hatta Ege Adaları’nda oluşan bir İslami muhalefet sentezidir.. Bu sentezin içinde büyük dinlerin tümünden insani öğeler yer alır ama bunlar ulusal özle kaynaştırılarak eritilir. Olumlu her öğeyi gönül rahatlığı ile benimseyen bu yaklaşım nedeniyle Anadolu Aleviliği insancıl/dünyacıl/doğasal bir yapı kazanmıştır.
Aleviliğin Dört Direği
Hz.Ali’nin yaşam biçimine düşüncelerine bağlanarak Hz.Muhammed’e uzanan Aleviliğe etki eden diğer İslami öğeler, dört büyük kişiden kaynaklanmıştır. Bunlar, Anadolu Alevilerince “dar” makamı kabul edilmişlerdir. Dar, Allah’ın huzurunda durmak, candan geçmek demektir.
“Dar” aynı zamanda kapı olarak; gerçeğe ve Hakk’a ulaştıran bir sembolik başlangıç noktasıdır.
Adına dara durulan bu dört kişiden birincisi Hallac-ı Mansur’dur. Mansur, Maliki Kadısı’nın verdiği fetva ile derisi yüzülerek şehid edilmiş büyük bir sufidir. Asıl adı Hüseyin olan ve 921 yılında Bağdat’ta can veren Mansur darında ayakta iken sağ el kalbin üzerinde sol el yandadır.
Anadolu Alevileri’nin dara durdukları diğer isim ise Fazlullah-ı Hurufi’dir. 1394 yılında İran’da Alınca kentinde Timur tarafından astırılan Fazlullah adına fazlı darına durulur. Bu darda sağ el karın üstünde eğilmek gerekir.
Üçüncü dar ise Nesimi darıdır. Nesim’de doğan asıl adı İmadeddin olan bu ünlü ozan 1417 yılında Halep’te derisi yüzülerek şehit edilmiş bir Alevi dedesi (Seyyid) idi. makamı Halep Kalesi’nin arkasındadır. Bu büyük ozan adına yapılan dar ise, diz üstü aturup elleri diz üzerine bırakmak biçimindedir.
Dördüncü dar ise Ehl-i Beyt’in annesi Fatıma adına yapılır. Ayakta, sağ ayak başparmağı, sol ayak başparmağının üzerine gelecek biçimde bir saygı duruşudur. (Bak: Şinasi Koç, Allah İnsanlardan Ne İstiyor, s. 109 vd.)
Görüldüğü gibi bu saygı duruşu, İslam dünyasında mazlumluğu temsil eden, fikri temsil eden, muhalefeti temsil eden kişiler adına yapılmaktadır.
Bu durum, Alevi fikriyatından temeldir.
Gel gör ki, Aleviliğin geleneksel yolundan çıkartmak için, “bilimcilik” yapar görünerek Alevi uluları karalanmış, kötülenmiş, bunların yerine başka isimler geçirilmeye çalışılmıştır. Kendisini Alevi gösterenlerin yaptığı bu saptırma, sıradan insanın kafasını karıştırmıştır. Şu iddia bu saptırmaların örneklerinden birisidir: “Türkmen ereni Sarı Saltık ile Kürt düşünürü Şehabettin Suhraverdi Maktul’ün çabaları ve öğretileridir Aleviliğin temel taşları” (Nejat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, s. 9)
Bu tek cümlede birçok yanlış ve çarpıtma bulunmaktadır: Alevilikte Sarı Saltık, Türkleri ilgilendiren bir erendir. O kadar. Onun, 13. yüzyılda yaşadığını, Hacı Bektaş Veli’nin öğrencisi olduğunu biliyoruz. Bu kişi, Aleviliğin temel taşı sayılamaz.
Suhreverdi Maktul ise bir düşünce şehididir ve İslam dünyasında aydınlanmacığın önderlerinden birisidir. Bu düşünür Alevilik için felsefi anlamda dolaylı bir kaynak sayılabilir. Onun temel taş olma gibi bir konumuyoktur. Çünkü, Suhreverdi Maktul, 1191 yılında şehit edilmiştir. Bu tarihte Alevilik çoktan oluşmuş, bütün İslam dünyasına yayılmıştı.
Suhreverdi’nin Kürt olduğu iddiası ise hiçbir bilgiye dayanmaz. Yazarın bu görüşü, 1990’lar Türkiyesi’nde popülerlik kazanan Kürtçülüğe kanıt yaratma, Kürt milliyetçilerine şirin gözükme arzusundan kaynaklanmış olsa gerekir. Suhraverdi ile ilgili en temel kaynaklardan birisi olan İslam Ansiklopedisi (Maddeyi yazan: S. Van Den Bergh),, Suhreverdi için “Ailesi, çocukluk ve ilk tahsil hayatı hakkında bilgi yoktur” (Cilt 11, s. 89) diyor.
Alevi Fikrini Yaratan Okullar
Alevi firiyatının oluşmasında temel olan okul, Irak’taki Kufe Okulu’dur. Gerçi Kufe halkı Hz.Ali de dahil Ehl-i Beyt ailesine ikide bir ihanet etmiştir ama İslam içinde egemen kesime direnme fikri, Kufe’de yeşermiş ve hemen Mısır’a sıçramıştır. Mısır halkının çoğunluğu başlangıçta Alevi iken zamanla bu durum tersine dönmüştür.
Kufe kaynaklı isyanlar, gerek Emeviler döneminde gerek Abbasiler çağında sürekli olarak görülmektedir. Buradaki Aleviler, 683’ten itibaren “Tevvebin Hareketi”ni yaratarak Emevi Devleti’nde büyük sarsıntılar yaratmışlardır. Üstüne üstlük burası Hz.Ali’nin başkenti olarak, muhalefet merkezi kimliğini de kazanmıştır.
İkinci büyük okul ise Horasan bölgesi ve Meşhed’ir.
Meşhed, Alevilerin 12 imam diye kabul ettiği imamlardan sekizincisi olan İmam Rıza’nın makamıdır.
Emeviler döneminde büyük baskılar gören Ehl-i Beyt üyeleri, kendilerini ya Kufe’ye ya da Farslıların ve Türklerin bulunduğu bölgeye doğru yönlendirilmişlerdir. Kufe’nin Arap yönetim merkezine yakınlığı ve sıkı kontrolü, burayı barınma alanı olmaktan çıkartınca, Ehl-i Beyt doğuya yönelmiş ve Horasa, hatta Türkmenistan topraklarında yaşama alanı aramışlardır.
Bu yüzden daha sonraki yüzyıllarda Türklerin arasında Ehl-i Beyt soyundan aileler görülmeye başlanmıştır. İmam Rıza da fikrini yayabilmek için Türklerin arasına doğru gitmiş ve Meşhed’de Hakk’a yürümüştür.
Horasan’ın ikinci özelliği ise, Horasan Erenleri’ne kaynaklık etmesidir. Türkler, Horasan bölgesinde Ehl-i Beyt fikriyatı ile karşılaşmışlar ve bundan etkilenmişlerdir. Horasan merkezli okulun yeri, Meşhed olmuş, burada ders görüp Aleviliği benimseyen Türk önderleri, batıya doğru gitmişler ve Anadolu’da da Horasan erenleri olarak kabul edilmişlerdir.
Horasan’a kutsallık katan, İmam Rıza’dır.
Horasan Türklerin ve Farslıların ortak mekanı olarak Arap emperyalizmine direnişin de olduğu bir alandır.
Burası, aynı zamanda Arap emperyalizminin doğudaki en önemli merkezinin (Örneğin Merv) bulunduğu bir bölgedir.
Araplar İran’ı, Türkmenistanı ve Türkistan’ı yağmalamak için burada üstlenmişlerdir.
Buna karşın Türk ve Fars halkları birleşerek Arap muhalefeti ile ciddi bir güç oluşturdular ve 750 yılında Emevi Devleti’ni bu güçler yıktılar. Ebu Müslim’in de Horasanlı olduğu düşünülürse, buradan gelen insanların “eren/evliya” kabul edilmelerindeki anlam daha da aydınlanır. Anadolu Aleviliği’nde Ebu Müslim’in ayrı bir yeri vardır ve onun adına efsaneler yaratılmıştır.
Horasan’la birlikte anılan diğer bir Alevi okulu da İran’ın Kum Kenti’nde gelişmiştir. Kum Kenti, İmam Rıza’nın kızkardeşi Hz.Masume’nin yattığı makamdır. Kent bu yüzden Aleviler tarafından tıpkı Meşhed gibi kutsal kabul edilmiştir.
Kum Kenti bugün de Şia’nın temel okullarının bulunduğu bir merkezdir. İran İslam Devrimi’ni kuran ideoloji de bu kentte oluşturulmuş, sonra ülkeye yayılmıştır. Günümüzde Anadolu Alevileri için Kum Okulu’nun artık bir değeri kalmamıştır. Çünkü; orada Ayetullahlar, Sünnilikten daha katı olan bir Şiilik imal etmiş ve özgürlükçü Alevilikten kesin biçimde kopmuştur.
Aleviliğin Türklerce yaratılan büyük bir okulu ise Erdebil’de ortaya çıkmıştır. Şeyh safiyüddin isimli bir alimin burada oluşturduğu okul 15. yüzyılın bitiminde İran’da büyük bir Alevi devletinin doğmasına yol açmıştır. Anadolu’yu etkileyen asıl okul işte Hazar’ıngüneyindeki Türk kenti Erdebil’de ortaya çıkan bu okul olmuştur.
Horasan Erenleri dediğimiz Türk velilerin yarattığı diğer okul ise Orta Anadolu’da şekillenen Hacı Bektaş Veli Okulu’dur. Bu okul; sadece Anadolu’da kalmamış; Balkanlar’da da Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Bosna gibi geniş coğrafyada Türk kimliğini İslami bir örtü altında yaşatmıştır. Bugün de bu çoğrafyada Türk kimliği daha çok işte bu okul tarafından yaşatılmaktadır.
Anadolu Aleviliği’nin Türk Aleviliği biçiminde tanımlanması, genelde Erdebil ve Hacı Bektaş okullarının ürünü olmasından kaynaklanmaktadır. Erdebil Okulu’nun Anadolu’daki etkisi Şah İsmail Hatayi ile doruğa çıkmış; bugünkü cem töreninin bile açılıp bağlanması onun nefesleri ile sınırlandırılmıştır. Safevi-Osmanlı çatışması ile Hacı Bektaş Veli Okulu’nun etkisi yeniden genişlemiştir. Bu iki okul da Horasan Okulu’nu, arkasında hissetmiştir.
Günümüzde de Sufi Sürekleri denilen ve Şah İsmail çizgisine bağlı oçaklarla Çelebiler arasındaki ayırım sona ermiş; merkez de Hacı Bektaş Veli kabul edilmiştir. Bu gelişme; Alevilik açısından da çok hayırlı sonuçlar yaratmış; birlik ancak bu merkez çevresinde şekillenmiştir. Bu birlik oluşturma halen sürmektedir. Günümüz Alevilerinin ve Bektaşilerinin tümü Hacıbektaş ilçesi’nin Aleviler için bir eğitim üssü haline getirilmesini istemektedirler.
Baba, Ana-Baba Alevi Olmazsa Kuralı
Muhalif olduğu için ezilen Aleviler, kırsal alana kaçarak yaşama olanağı buluyorlardı. Kırda, kendi içinde bütün ama dışa kapalı bir hayat tarzı geliştiren Aleviler arasında ekonomik farklılaşma fazla derinleşemedi. Çünkü onlar göçebelik ve köylülük grubunun alt basamaklarında yaşadılar (Reaya yığını). Yoksulluklarını kardeşlik düzeni ile aştılar. İçeride sıkı bir disiplin kurdular. Osmanlı sistemine yakalanmamak için aralarına başkasını almadılar. Böylece anası-babası bilinmeyenler, yani mezhep kimliği belli olmayanlar Alevilerin arasına giremedi. Bu durum yüzyıllar boyunca sürünce bir kural haline geldi. sonuçta da Alevilik ana babadan gelen bir kabul haline dönüştü ve bu bir inanç kuralı oldu. geçmişte bu yoktu.
Kısacası, bir kişinin Alevi olabilmesi için anasının babasının Alevi olması şartı, siyasal/sosyal baskıdan doğmuş yapay bir durumdu.
Aleviler üzerindeki yok edici baskı kalkınca bu kuralın da değişmesi gerekiyordu. Ne yazık ki siyasi kural giderek bir mezhep kuralı haline geldiğinden bunu yok etmek hala mümkün gözükmüyor. Doğrusu, kendisini Alevi gibi gören herkesin Alevi olabileceğidir.
Bütün bu sıkı disiplin, sosyolojik anlamda “Büyük Toplum”a (Sünni Osmanlı toplumu) bir karşı duruşu ifade ediyordu. Böylece kendi içinde uyumlu olan köy Aleviliği, savunma mekanizmalarının çalışması üzerine yerleşti ve “tepkici-retçi-ama kendi içinde gelenekçi-toplum psikolojisi ile yaşamını sürdürdü.
Devletin takibi sürdü gitti. 1826’da Yeniçeri Ordusu’nun kaldırılmasından sonra yeni bir kırım dalgası oluştu ve önde gelen pekçok dede ile dedebaba asıldı. Hacıbektaş’ta postta oturan ve devletten icazeti bulunan Hamdullah Çelebi bile Amasya’ya sürgüne gönderildi. Hacıbektaş Dergahı’ndaki Alevi kaynakları yok edildi. Hamdullah Çelebi’nin Amasya’ya götürdüğü kitaplar da yandı (!).
Alevi-Sünni Evliliği
Günümüzde tartışılan konulardan birisi de Alevi ile Sünni’nin evlenip evlenemiyeceğidir.
Bu konudaki olumsuz önyargı, diğerleri gibi geçmişte oluşmuştur. Osmanlı Devleti’nin iki halk kesimini birbirine düşürmek için devlet kanalıyla uydurduğu yalan, Türk toplumunun sosyal hayatına büyük darbe vurmuştur. Devletin oyununa gelen Sünniler Alevileri dinsiz , ahlaksız görmeye başladılar ve onlardan uzaklaştılar. Aleviler de onlara “Yezid” dedi ve horladı. Böylece kız alıp verme bitti. Aleviler, kızlarını Sünnilere verirlerse Alevi olduklarının anlaşılacağını biliyorlardı. Bu yüzden Alevi-Sünni evliliğini de mezhebe aykırı gibi görmeye başladılar. evliliği engelleyen siyasal nedenler böylece dinselleşti.
Cumhuriyet kurulup eğitimyaygınlaştıktan sonra Aleviler, Sünnilerden kız almaya başladılar. bu konuda Alevi kesimin duyduğu hiçbir rahatsızlık yoktur.
Gel gör ki Aleviler, Sünni aileye kız vermek niyetinde değiller. Bu tür evlilikler az ve ailelerin isteği dışında olan evlilikler.
Günümüzde bu evliliklerin yaygınlaşmasının önünde bazı engeller var:
Birincisi, Sünni kesimde, Aleviler için varolanolumsuz önyargı. Bir Alevikızının Alevileri dinsiz, ahlaksız, pis sayan Sünni aileye gelin gitmesi, orada zamanla ciddi bir sorun yaşayacağını gösterir. Bu konuda yaşanan gözlemler; ne yazık ki hiçte olumlu değil. Özelikle 2002 yılından sonra Türkiye’de şiddetlenen Sünni muhafazakarlaşma; Alevi kızlarının Sünni aileler içinde yaşama alanını daha da daraltmıştır. Tanıdığım Alevi kızlardan Sünni ailelere gidenler, ciddi sorunlarla karşılaşmışlardır.
İkincisi, kız alacak ailenin düşünce ve demokrasi anlayışı... Alevi kızları, nispeten daha özgür bir ortamda yetişmektedir. Bu kızların gittikleri evlerde baskı altına alınması da ortaya problemler çıkartır. Alevi kızı alacak ailenin, öncelikle Alevi gerçeğini kabul etmesi ve önyargılardan kurtulması gerekiyor. Kısacası, sosyal ve kültürel ortam uygun olursa bu tür evlilikler olabilir.
Anlaşılacağı gibi, günümüzde Alevi-Sünni evliliğinin önündeki sorun dinsel değildir, psikolojik, sosyolojik ve demokratik bir sorundur. Bu sorun da toplumun eğitilmesi ve demokratik eğitimin yaygınlaştırılması ile aşılabilir. Ne yazık ki, gittiğimiz yol, bunun tersinedir.
Cumhuriyeti Selamlama
Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında savaşcı öğeleri genelde Alevi kuvvetler oluşturuyordu. Bu yüzden Yeniçeri Ordusu bile manevi olarak Hacı Bektaş Veli’ye bağlı idi. bu orduya, “Ocağ-ı Bektaşiyan” denilirdi. Bektaşi Ocağı’nın ortaları, her sabah, “Pirimiz Hünkarımız Hacı Bektaş-ı Veli !” diye gülbang (dua) okurlardı.
Devlet oluştuktan sonra yönetici kesim ile kurucu kesim (halk) arasında çatışma başladı. Bunun üzerine önderliğini Alevi dedelerin yaptığı isyanlar patladı. Celali isyanları denilen bu isyanların öncesinde Yavuz Sultan Selim Anadolu’dabir seferde 40 binden fazla Alevi’yi (Kızılbaş) katlettirdi. Bunun oğlu Süleyman da aynı kırımı devam ettirdi. Celali isyanları sürecinde de Aleviler katliama uğratıldılar. 1826’da Yeniçeri Ordusu’nu kaldıran 2. Mahmut, Alevi önderlerini astırdı; kurumlarını da kapattı. Hacı Bektaş Dergahı’na da Nakşibendi tarikatinden şeyh gönderdi. Ayrıca dergahın içine cami yapıldı.
1890’larda Doğu Anadolu’da Ermenilere karşı Kürt milislerden kurulan Hamidiye Alayları; Alevileri de katletti. Bu yüzden göçebe Aleviler Kürt derebeylerine sığındılar ve dinlerini de değiştirip Kürtçe konuşmak zorunda kaldılar.
1908 Meşrutiyet döneminde biraz rahatlayan Aleviler, Cumhuriyeti çoşkuyla selamladılar. Çünkü Osmanlı’nın Alevilere yönelik açık zulüm-kırım politikası sona ermişti. Bu sonucu yaratan Mustafa Kemal, Aleviler arasında neredeyse Mehdi-yi Sahib zamanolarak görüldü. Dinin toplumu tek yönlü şekillendirilmesinin önünü geçilmesini de Aleviler saygıyla karşıladılar.
Cumhuriyet yönetimi, toplumu genel anlamda modernleştirecek uygulamaları yürürlüğe korken dergah, tekke ve zaviyeleri de kapattı. 1925 yılındaki bu yasaklanma ile şeyhlik, dedelik, babalık, dervişlik, seyyidlik kaldırıldı. Böylece, Aleviler’in ve Bektaşilerin geleneksel eğitim kuruluşlarının kapısına kilit vurulmuş oldu. halbuki sivil kuruluş olan Alevi-Bektaşi dergah ve tekkeleri, dönemlerinin sosyoloji-teoloji üniversiteleri gibiydi.
Alevilerin Cumhuriyetle birlikte nefes almaları sağlanmıştı ama toplumun laikleştirilmesi uğruna Alevi ibadetleri de sıkı takibe alınmıştı. Aleviler, cumhuriyet döneminde de aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi 1990’lara kadar cemlerini gizli yapıyorlardı. Cemevlerinin bulunduğu bölgelere gözcüler dikiyorlar ve bir baskıdan korunmaya uğraşıyorlardı.
Gözcü dikmek de Osmanlı Devleti’nin baskısından kaynaklanmış ve zamanla bir cem kuralı haline gelmiştir. Bu kural ile bir kişinin Alevi olabilmesi için ana-babasının da Alevi olması kuralı aynı süreç içinde oluşmuştur.
Tekke ve dergahların kapatılması, Alevi cemlerinin jandarma takibine alınması, -Bağlama çalmak bile yasaktı. Ali Ekber Çiçek, bağlamasını, 1950’lerde bir köyden bir köye döşeklerin arasına saklayarakkağnıyla götürdüğünü anlatmıştır- dedelerin görevlerini yapamaz hale getirilmesi, geleneksel Aleviliğin çökmesine yol açtı. Böylece şehirlerdeki Aleviler arasında yoğun bir Sünnileşme ortaya çıktı. Bu eritme politikası bugün bile hızla sürdürülmektedir. Çünkü; Alevi kitlenin cumhuriyetten ve halktan yana olan genel tavrı egemen kesimin ve gerici örgütlerin (siyasetin) işine gelmektedir.
Ekonomik Farklılaşma
Geleneksel Aleviliğin çökmesine yol açan en önemli etkenlerden birisi de kırlardaki nüfusun şehirlere akınıdır. Kentlerdeki sanayileşmeyle birlikte kırda yaşayan yoksul Aleviler büyük şehirlere aktılar. Köyler boşaldı ve bu süreç hala sürüyor. Bu arada şehirlerin çevresinde Alevi gettolar oluştu. 1950’lerde hızlanan şehirlere göç olayı, köy Aleviliğini aşındırırken “Şehir Aleviliği” dediğimiz bir yeni durum yarattı.
Şehirdeki Aleviler zaman içinde ekonomik yönden farklılaştılar. Alevi kesim içinden ticarete atılıp iyi para kazanan ve işi sanayiciliğe ulaştıran insanlar çıktılar. Bugün şehirlere baktığımızda Aleviler üç ana gurupta ayrışmış görüyoruz:
1- Sanayici ve tüccar kesimi,
2- Esnaf kesimi
3- İşçi-memur kesimi.
Sanayici, tüccar ve esnaf kesimi, şehirlere entegrasyondan yana tavır takınıyor. Bunların Sünnilerle uzlaşma arayan çabaları dikkat çekiyor. Ve bu kesim, İslam dininin temel ilkelerine vurgu yaparken pratiğe önem vermemek gerektiğini dolaylı olarak ifade ediyor. Sünnileşmeye eğilimli bu yaklaşım altında ticari kaygılar olduğu açıkça görülüyor.
İşçi, memur gibi dargelirli gruptan Aleviler ise gelenekselliğe daha fazla vurgu yapıyor. Bunlar, Aleviliğin ayrı bir inanç anlayışı olarak yeniden yapılanmasını istiyorlar. Bunlar kendilerini Müslüman görüyorlar ama Sünnilik ile de çelişkilerini açıkça belirtiyorlar. Bu kesimlerce Sünnilik eleştirilirken genelde İslam’a yönelik eleştiriler ortaya çıkıyor.
Alevilik adına yapılan çalışmalara, Alevilerin ekonomik farklılaşması, zaman zaman ciddi engeller oluşturuyor. Alevi parçalanmışlığı bu yüzden aşılamıyor...
Siyasal Farklılaşma
“Yol bir, sürek binbir” – Alevi deyimi
Şehirlerde yoğunlaşan Aleviler, kenlerdeki siyasal parçalanmışlıktan etkilendiler. Geçmişte, Ocaklara ayrılmak yüzünden fiili bir bölünmüşlük yaşayan Aleviler, modern dönemde bu parçalanmışlığı gelenek baskısı kalkınca şiddetle canlandırdılar. Bugünkü ayrışmada “Yol bir, sürek binbir” anlayışının izlerini görmek de mümkündür.
Aleviler, tek parti döneminde umduklarını bulamayınca 1950’lerde Demokrat Parti’ye yüklendiler ama bu partinin Sünniliğe sıkı vurgu yapması üzerine Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve 1960’lardan itibaren de sola yöneldiler. Sol, Tütkiye’de halkla ilişki kurmada Alevi edebiyatını ve yaşayan halk ozanlarını kullandı.
Alevilerin geneleksel muhalefet tavırları ve tepkicikleri, solun hedefi ile uyuşum içinde görünüyordu. Bu yüzden, dinsel yönü gizlenmiş, siyasal yönü öne çıkartılmış bir Alevilik anlayışı filizlenmeye başladı. 1960’ların ortasından başlamak üzere Türkiye solu, Aleviliğin kavramlarını ve terimlerini, bir cemaata özgü olmaktan çıkartıp genelleştıriyor, ulusallaştırıyordu. Sınıflaşmanın anlatımına ve propağandasının yapılmasına burada ciddi göndermeler yapılıyordu.
Devlet bu durum karşısında, geçmişte din sapkını saydığı Alevileri bundan sonra düzen sapkını olarak görmeye başladı ve Türkiye için tehlikeli üç K’dan biri ilan etti. (Komünizm, Kürtçülük, Kızılbaşlık). Bu dışlama, Alevileri kullanmak isteyenleri haklı çıkardı ve modern dönemlerin muhalefetiyle Alevilik birleştirilmek istendi. İşçi sınıfı ile Alevilik bir görülmeye başlandı. Bu süreçte; din karşıtlığıda kimi zaman Alevilik üzerinden tanımlanmaya çalışıldı. Geleneksel Alevilik; Alevi olduğunu söyleyen kimilerince, gericilik olarak gösterildi.
Buna tam ters yönde cevap geldi peşinden. Geleneksel Alevilikte milli kökleri olan dinsel ağırlık ortadayken Aleviliği, laikliği kullanarak din dışına çekmeye taban tepki gösterdi.
İşte 1980’lerin sonunda görülen Alevi kimliğine dönüşün altında gerçekte bu istismarın yarattığı ciddi tepki de bulunmaktadır.
Diğer etkilere gelince; elbette küreleşmenin ve iletişim ağının yaygınlaşmasının Alevileri öze döndürmede önemli etkisi oldu. İki kutuplu dünyanın tek kutuplu hale yönelmesi ve çatışma ortamının zayıflamsı da Alevilere küresel bakmanın zararsızlığını gösterdi. Sovyetlerin girdiği çözülüş süreci ile Alevilerin öze dönüş sürecinin çakışması anlamlıdır.
Öze dönüşte, Alevilerin şehirlerde yoğunlaşmaları ve cemaat olduklarının farkına varmaları da etkili oldu. üstüne üstlük, 1980’lerde irticaya ödün verilmiş, Osmanlı dönemindeki sıloganlar ortalığı kaplamıştı. Aleviler ister istemez kendi dinsel yapılarına dönerek bu gelişmelere karşı ortak cemaat tepkisini göstermek zaruretini duymuşlardı. Osmanlı zamanındaki şeriatçı zihniyetin; siyasi güce dönüşerek yeni biçimlerle ortaya çıkması da Alevileri cidden rahatsız ediyordu.
Öte yandan şehirlerdeki Aleviler ekonomik değerlerden yararlanmak ve Sünniler kadar iyi yaşamak istiyorlardı. Bunu da kendilerine dönüşü ortaklaşa yaratarak başaracaklarına inanıyorlardı.
Bu oluşumu, 1989 yılında Türkiye’de aydınların, sanatçıların, bilim adamlarının imzaladığı Alevilik bildirgesi dile getirildi. Almaya’daki Hamburg Alevi Derneği ile tarafımızdan ortaklaşahazırlanan bu bildirgede, Türkiye’de Alevi denilen milyonlarca insan yaşıyor.” denilerek, Alevi gerçeği ilk kez kamuoyuna bir bildirge ile açıklanıyordu. (ilgili bölümüne bakınız.)
Böylece, Alevi alt kimliği, Sünni üst kimliğine karşı artık “Ben de varım” diyordu.
Ama bu “Ben de varım”ın ispatı olan Alevi sivil örgütleri, siyasal parçalanmışlıktan beslenerek oluştular. Şimdi biraz daha belirgin olan bu oluşumlar beş grupta toplanabilir:
1- Aleviliğin dinsel yönünü dışlayıp onun siyasal yönünü öne çeken ve bir ideolojiye indirgeyen anlayış: Aleviliği, “Alevilik din dışıdır, Alevilik İslam dışıdır, Alevilik yaşam biçimidir” türünden açıklamalarla dinin dışına taşıyan bu anlayış en somut olarak Pir Sultan Abdal Derneği’nde görülüyor. Burada, sosyalizmin yerine oturtmak için Aleviliği dinsizleştirmek gerektiğine inananlar, laikliği dinsizlik olarak görüp laiklik adına Aleviliğin dinsel özünü kabullenmeyenler, Sünniliğin tarihsel baskısına karşı tepkisini, Aleviliğin İslam alanının dışına taşıyarak vurgulamak isteyenler bir araya gelmiştir. Aleviliğe, geniş kitlenin inanç alanı olarak değil de siyasal-sosyal eylem alanı olarak bakan bu anlayış, dar bir kadronun kontrolündedir. Kitlenin uğradığı haksızlıklara tepki göstererek sempati kazanmaya çalışan bu anlayış, İslam’a ve Aleviliğin bu boyutuna yaptığı saldırı yüzünden taban tarafından dışlanmaktadır.
2- Aleviliğin sadece bir İslam mezhebi olarak görüp onun sosyoekonomik yönünü ve muhalif geçmişini dikkate almayan anlayış: Cem Vakfı gibi....
Bu anlayış, kentlerde Sünnilerle bir arada yaşamak isteyen Alevi üst tabakasının duygularına tercüman olmaktadır. Esnafın da ilgi odağıdır.
3- Aleviliği İslam içi bir mezhep olarak görmekle birlikte onun tarihini, geçmişteki konumunu, siyasal-sosyal boyutunu da dikkate alan yaklaşım: Bu anlayış Alevi aydınlarının çoğunluğunun yaklaşımıdır. Giderek daha fazla taraftar bulmaktadır.
4- Alevilik ile İran Şiiliğini aynı sayan anlayış: Bunlar, Anadolu Alevileri arasında taban bulamayan Çorum, İstanbul, İzmir gibi kentlerde çok az yandaş sağlamış bir anlayışı temsil ederler.
5- Aleviliği Kürt Uygarlığının ürünü göstermeye çabalayan Kürt elitlerinin oluşturduğu etnik kaygılardan doğan bir gruptur ki Türkiye’de tabanı yoktur ve daha çok yurt dışında yaygındır.
Kitap: Türk Aleviliği
Yazar: Rıza Zelyut
Ekleyen: Seyyid Hakkı