20- Türk Aleviliği -16
Türk Aleviliği -16
Pir Sultan Abdal’a Ilişkin Belgeler
Sen benim canımsın gözümün nuru
Ben sana sarıldım pirim Pir Sultan
Gönüller sultanı düşkünler piri
Yandım da kavruldum pirim Pir Sultan
Halkını savundun haklı dil ile
Bazen diken ile bazen gül ile
Banaz yaylasından esen yel ile
Estin de savruldun pirim Pir Sultan
Adını seslendim şehirden köye
Yüzünü benzettim güneşe aya
Ben senin türkünü çağırdım diye
Ezilip sürüldüm pirim Pir Sultan
Mihneti’yim ayrılmadım yolundan
Örnek aldım deyişinden dilinden
Ben senin aşkından senin elinden
Öldüm de dirildim pirim Pir Sultan
Mihneti
Alevi kitlenin tarihi ve kültürü üzerinde büyük etkisi olan adlardan birisi de Pir Sultan Abdal’dır. Alevi yolunun bütün özelliklerini şiirlerine yansıtan bu büyük dede, Osmanlı yönetiminin zulmü karşısında baş eğmenin sembolü olarak, Imam Ali ve Hüseyin’den sonra Alevilerin belleğine, gönüllerini yerleşmiş üçüncü addır... 16. yüzyılda yaşadığı bilinen bu büyük ozan hakkında yakın zamanlara değin yeterli bir bilgi sağlanabilmiş değildir.
Pir Sultan Abdal üzerine daha önce Cahit Öztelli’nin saptamalarını temel yaptığımız değerlendirmelerde, Pir Sultan’ın 1588’de asıldığını yazmıştık (bkz: Halk Şiirinde Gerçekçilik).
Araştırmacı Ibrahim Aslanoğlu, Pir Sultan Abdallar adlı kitabında, Öztelli’nin kendisinden aldığı bilgileri kaynak bile göstermeden, yanlış biçimde kullandığını açıklayınca, durumu bizzat ana kaynaklardan araştırdık. Sonuçta Aslanoğlu’nun saptamalarının ve işaretlerinin doğru olduğu ortaya çıktı.
Başbakanlık Arşivi’nde, saraydan yazılan fermanların kaydedildiği defterleri incelediğimizde iki Hızır Paşa görüyoruz. Bunlardan birisi, Sivas’a, 1547 yılında vezir olarak geliyor. Bu Hızır Paşa1550 yılında Sivas’tadır. 1553 tarihinde ise bu vezir, emekli olarak Istanbul’da bulunuyor.
Diğer Hızır Paşa1590 yılından itibaren Revan’dadır.
Mühimme Defteri 67, hicri 999 (1590) tarih ve 427 sıra nolu ferman bunu gösteriyor. Fakat aynı defterin 137. sayfasındaki 363 nolu fermanda, Hızır Paşa’yı 1590 yılında Avrupa’da bulunduğu anlaşılıyor. Sofya’daki çavuşlarla ilgili bir fermandan, Hızır Paşa’nın Silistre dolaylarında paşa olduğu anlaşılıyor.
Yine 68 Numaralı Mühmine Defteri, hicri 999 tarihli (1590) 59 sıra nolu emirde ve 71 sıra nolu emirde, Hızır Paşa’nın Avrupa’da olduğunu, Leh elçisini karşılamakla görevlendirildiğini anlıyoruz. Kendisi, Tuna yalıları veziridir.
Eğer bu dönemde iki ayrı Hızır Paşa yoksa, bu kişi daha sonra Revan Beylerbeyi olarak atanmıştır. Tarihçi Ali,bu iki kişinin tek kişi olduğunu gösteren bilgiler veriyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Hızır Paşa, Rumeli’den doğuya gönderilmiştir. 67 Numaralı Mühmine Defteri’nde bulunan 448 numaralı fermandan 1591 yılında Hızır Paşa’nın Revan’da olduğunu, daha sonra, 465 numaralı fermandan da Bağdat’a vezir olarak atandığını anlıyoruz. 466 numaralı ferman da bunu destekliyor.
70 Numaralı Mühmine Defteri’nde, 95 ve 96 Numaralı fermanlardan, Hızır Paşa’nın Tebriz’e atandığı sonucu çıkıyor. Bu defterdeki 179 ve 270 numaralı fermanlarda, Hızır Paşa’dan sabık Halep Beylerbeyi ve sabık Bağdat Beylerbeyi olarak söz edliyor.
73 Numaralı Mühmine Defteri’nde 15 numaralı ferman, 1594 yılında Hızır Paşa’nın Tebriz Beylerbeyi olduğunu gösteriyor. Buradan, yine Bagdat’a geçtiği anlaşılıyor. Çünkü, 26 numaralı fermanda ondan Sabık (eski) Tebriz Beylerbeyi sıfatıyla söz edilip halktan, adamları vasıtasıyla 1000 ile 1500’er kuruşu zorla aldığı, bir soruşturma geçirdiği anlaşılıyor. 132 numaralı ferman bunu gösteriyor.
Yine aynı defterin 400 numaralı belgesinde Bağdat muhafızı olan Hızır Paşa’nın bölgedeki Arap-Kürt isyanını bastırmakla görevlendiğini görüyoruz.
910 numaralı fermanda, Iran’la sınır işini tespit görevinin bu vezire verildiğini anlıyoruz.
1115 ve 1116 numaralı ve 1595 tarihli Tebriz Muhafızı ve kadısına yazılan fermanlardan, önceki vezir Hızır Paşa’nın, adamlarının reayanın malını ve parasını aldığı için soruşturma yapılması istendiği anlaşılıyor. Hızır Paşa’nın, Iran dolaylarında çalışırken rüşvet işine de bulaştığı; dedikodular ve zorbalıklar ayyuka çıkınca, soruşturma geçirdiği anlaşılıyor.bu soruşturmadan sonra Hızır Paşa’nın yıldızının söndüğünü söylemek yanlış olmasa gerek. Bundan sonra, Hızır Paşa’nın el altında bulundurmak için Istanbul’a çağrıldığını tahmin ediyoruz. Bu Hızır Paşa’nın Sivas’ta valilik yaptığını gösteren resmi bir belge yok. Sivas’ta çalışan ilk Hızır Paşa ile isim benzerliğinden dolayı, daha sonra bazı tarihçiler, bu vezirin Sivas’ta görev yapmış olduğunu yanlışlıkla yazmış olmalılar. Hüseyin Hüsamettin’in Amasya Tarihi’ndeki kayıt da bu karıştırmadan doğmuş olsa gerekir.
1 Numaralı Muhimme Defterinde bulunan 1055 sıra numaralı 19 zilhicce 961 (1553) tarihli Divan-ı Hümayun (Padişah) fermanı, ilk Hızır Paşa konusunda açık ve önemli bilgiler veriyor. Fermanın özeti şöyle: “Sivas sancağındaki Bahtabat köyü çavuşu Cafer, görevini bırakmıştır. Bu görevin, eski Rum (Sivas) Beylerbeyi Hızır’ın isteği üzerine , aynı köy halkından Hüseyin’e verilmesi için Rum Beylerbeyine hükümdür...”
Bu belgenin ilginç yanı, emekli olarak Istanbul’da bulunan eski valinin, Sivas’ı bir köyünü etraflıca hatta, bu köyden bazı insanları ayrıntısına inebilecek biçimde tanıdığını göstermiş olmasıdır. Demek ki bu vezir, Sivas’ta oldukça kalmış, çevreyi ve halkı tanımış, halktan da kendisi ile bağlantıyı sürdürenler çıkmıştır.
Kesine yakın biçimde şu söylenebilir: Pir Sultan Abdal’ı astıran Hızır Paşa’dır. Gelenek, söylentiler ve Alevi şiiri bunun böyle olduğunu gösteriyor. Bu idamı yaptıran işte bu ilk Hızır Paşa’dır. Diğer Hızır Paşa’nın Sivas’ta görev yaptığını gösteren resmi bir belge bulunmamaktadır. Bu nedenle, eldeki belgelere göre, Pir Sultan Abdal’ın 1547 ile 1553 yılları arasındaki bir tarihte asıldığını söyleyebiliriz. Zaten bu dönem, Osmanlı-Iran ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemdir. 1548 yılında Kanuni Süleyman, Iran’a sefere çıkmıştır. İran yandaşı olarak bilinen insanlar, bu seferler sırasında temizlenmişlerdir. Bununla ilgili katliam iznini de Şeyülislam Ebussuud Efendi önceki bölümde görüldüğü gibi 1548’de vermiştir. Pir Sultan Abdal’ın da böyle bir kargaşa ortamında tutuklanıp asıldığını varsaymak yanlış olmayacaktır. Tarihi de 1548 olmalıdır.
Atatürk’le Ilişki
Alevilerin, Cumhuriyetle ve Atatürk’le ilişkileri, onların bugünkü tavırlarının belirginleştirilmesi açısından önemlidir. Bizce, Cumhuriyet’le ilişki üç ana bölüme ayrılıyor: 1- Kuruluş dönemi ilişkileri, 2- Partileşme ve ikili parti dönemi, 3- Toplumca ideolojiye açılma dönemi...
Bilindiği gibi, Aleviler, Osmalı devleti zamanında, Alevilerin, devlet katındaki konumu, bırakalım diğer Müslüman mezhepleri, azınlık sayılan Yahudi ve Hıristiyanların durumundan daha kötüydü. Hiç değilse, azınlıklar, inançlarından dolayı öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya değillerdi. Halbuki Aleviler, sırf inançları yüzünden, kolayca katliama tabi tutulabiliyorlardı. Bu nednle, Osmanlı devleti’ne karşı başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı, Aleviler tarafından büyük bir memnunlukla karşılandı. Mustafa Kemal’in başlattığı bu savaş, dışta emperyalizme, içte Osmanlı düzenine yönelikti. Bunu, Aleviler açıkça anlamışlardı. Zaten; Atatürk, bu mücadelesinin başarıya ulaşabilmesi için Alevi kitlenin desteğine ihtiyacı olduğunu biliyordu. Bu nedenle, kendisi, o sıralarda Hacı Bektaş Veli postunda oturan Cemalettin Çelebi ile ilişkiye geçmek gereğini duymuştu. Aynı postun dedebaba geleneğinden bir başka ortağı olan Salih Niyazi Dedebaba ile de Mustafa Kemal’in ilişki kuduğu bir gerçektir.
Ali Celalettin Ulusoy’un anlatımına göre, Atatürk’ün Samsun’a çıkışını izleyen günlerde, Cemalettin Çelebi ile Atatürk’ün sıkı temas halinde oldukları anlaşılıyor. Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyettin Manevi Mimarları adlı kitabında, Amasya’da Mustafa Kemal’i karşılayan heyetin içinde Cemalettin Çelebi’nin bulunduğu yazmaktadır.
Mustafa Kemal’in Havza’da kaldığı Mesudiye Oteli de, Ali Baba adlı bir Aleviye aitti ve Atatürk burasını bilinçli olarak seçmişti.
Mustafa Kemal, Amasya’dan Tokat’a geldiği zaman da bir Alevi olan Rıfat Efendi’nin evinde kalmıştı.
Atatürk, o dönemlerde Cemalettin Çelebi’ye olağanüstü önem vermektedir. Büyük Nutuk’unda da şöyle diyor: “2 Ocak 1920 günü cemiyetin merkez kurullarına ve Hacı Bektaş’ta Çelebi Cemalettin Efendi’ye, Mutki’de Hacı Musam Bey’e ayrıca bir bildirim yaptık.
Bu bildirimizin içindekiler ve yazılıs biçimi şöyledir: Yolculuğumuz sırasında görüp incelediklerimiz bizlere, gerçek koruyucu Ulu Tanrı’nın yardımı ile meydana gelen ulusal birliğimizin dayanağı olan ulusal örgütün kök salmış, ulusun ve yurdun geleceğini kurtarmak için gerçekten güvenilir bir güç ve erk durumuna gelmiş olduğunu sevinçle gösterdi.
Dış durum, bu ulusal dayanç ve birlik yüzünden, Erzurum ve Sivas Kongreleri ilkelerine göre ulusun ve yurdun yararına elverişli şekle girmiştir.
Kutsal birliğimize, dayanç ve inancımıza güvenerek töreye uygun isteklerimizin elde edileceği güne değin, hiç yılmadan çalışılması ve bu bildirimizin köylere varıncaya dek bütün ulusa duyurulması rica olunur.
Anadolu ve Rumeli Müdaafa-i Hukuk Cemiyeti
Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal”
Bu belge, ayrıca Cemalettin Çelebi’nin, Atatürk’le çok aktif ve sıkı işbirliği yaptığını göstermektedir. Atatürk, tebliğin bütün köylere duyurulmasını rica ettiğine göre, Cemalettin Çelebi, Atatürk’ün başlattığı Milli Mücadele’nin daha ilk günlerinde, örgütsel biçimde onun çalışmalarına fiilen katılmıştır.
Bu konuda elimizde çok önemli bir belge vardır. Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımladığı belgelerden birisi olan bir telgraf, Atatürk’ün Alevi gerçeğini çok iyi bildiğini, bu kesimin kurtuluş Savaşı’na kazandırılmasının zorunlu olduğunu anladığını, yine bu kesimin kendisini destekleyeceğini bildiğini gösteriyor.
Mustafa Kemal Paşa, 26 Haziran 1919’da Tokat’a gelir. Buradan Konya’daki 2. Ordu Müffetişliği’ne Mustafa Kemal, şunları bildirir: “Tokat ve havalisinin Islam nüfusunun yüzde seksenini ve Amasya havalisinin de mühim bir kısmını Alevi mezhebinden olanlar teşkil ediyorlar ve Kırşehir’deki Baba Efendi hazretlerine fevkalade bağlı bulunuyorlar.
Vatanın ve milliistiklalin bugünkü tehlikesini bilfiil görmekte olan müşarünileyhin kanaatı hazırası şüphe yotur, buna pek müsaittir. Binaenaleyh söz sahibi ve emniyetli bazı zevatı görüştürerek kendilerince muvafık görülecek Müdafaai Hukuku Milliye ve Reddi Ilhak cemiyetlerini takviye edecek surette birkaç mektup yazdırılarak bu havalideki Alevi nüfuzlularına dağıtmak üzere Sivas’a gönderilmesi pek faydalı telakki ediyorum. Bu babdaki muavenatı samilerini istirham ederim.”
Bu belge bize şunu gösteriyor: Yirminci yüzyılın başında Tokat ve Amasya gibi bölgelerde Alevi nüfusu, halkın çoğunlşturmaktadır. Halbuki bu oran günümüzde yüzde 25’i geçmektedir. Yani Aleviler müthiş bir asimilasyona uğramışlardır.
Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş savaşı’nı kazanmak için Alevi desteğini almanın çok önemli olduğunu bilmektedir.
Bu telgrafın da gösterdiği gibi Alevi toplumu Kurtuluş Savaşı’nı destekleyecek ve Atatürk’ün yanında yer alacak bir zihniyete sahiptir.
Zaten Mustafa Kemal bunu gerçekleştirecek operasyonları büyük bir dikkatle yapmıştır. Buna bağlı olarak Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra, Atatürk’ün, Ankara’ya geçerken, Hacıbektaşta Cemalettin Çelebi ile görüşmeleri kararlaştırılmıştır.
Atatürk, 23 Aralık 1919 günü, Mecur Kaymakam Vekili Nihad Bey’i de yanlarına alarak Hacıbektaş’a geliyor. Cemalettin Çelebi o günlerde kalp yetersizliğinden rahatsızdır. Bununla beraber, Mustafa kemal Paşa ve arkadaşlarını çok belirgin bir sevgi ve saygı ile karşılıyor.
Hacı Bektaş’a gelen devlet büyüklerini, postta oturan Çelebi hiçbir zaman dergahın dışına çıkarak karşılamamıştır. Enver ve Talat Paşa’lar en ihtişamlı dönemlerinde buraya geldikleri halde, Çelebi, onları evinin selamlığında karşılamıştır. Fakat, Mustafa Kemal’e karşı ilgi o kadar yüksek, sevgi öyle büyüktür ki; Cemalettin Efendi, arabasıyla yola çıkar ve Mustafa Kemal’i yolda karşılar.
Mustafa Kemal Paşa, Istanbul Hükümeti’ne istifasını göndermiştir. Resmi sıfatı yoktur. Bununla beraber Cemalettin Çelebi, o güne kadar hiçbir konuğa gösterilmemiş sevgi ve yakınlıkla Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını ağırlıyor. Devamlı olarak açık misafirhanesi olduğu halde, konukları evine alıyor. Akşam yemeğini tüm konuklar bir arada yiyorlar. Cemalettin Çelebiaşırı olmamakla beraber içki kullanmaktadır. Fakat o gün hasta olduğu için doktorlar içkiyi kesin olarak yasaklamışlardı. Misafirlere ikram olarak sofraya rakı ve şarap konulmuştur. Mustafa Kemal Paşa, bölgede özel olarak yapılan şarabı merak ederek bir iki kadeh almış, belki de Çelebi’nin hasta olmasını ve içki içmemesini düşünerek fazla içmemiştir. Diğer konuklar da onlara uymuşlardır. İki saat kadar süren yemekten sonra konuklar misafirhaneye geçmişler, sadece özel muhafızı ile Mustafa Kemal Paşa, Cemalettin Çelebi’nin evinde kalmışlardır. Bu sırada Cemalettin Çelebi,hizmette bulunanlara kesin olarak içeri girmemelerini tembihlediği için, Mustafa Kemal Paşa ile Cemalettin Çelebi arasında geç vakitlere kadar süren konuşmasının konusu kimse tarafından bilinmemektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Samsun’a çıkışından sonra özellikleErzurum ve Sivas toplantıları sonrasında, çemalettin Çelebi ile temas kurduğu ve sürekli haberleşme halinde bulundukları bilinmektedir. Hacıbektaş görüşmesinde de, aynı konuların daha ayrıntılı şekilde gözden geçirildiği şüphesiz. Hacıbektaş görüşmesinde, en ilgi çekici konuşmayı daha sonraki yıllarda, Veliyettin Çelebi sözlü olarakşöyle açıklamıştır: “Baş başa konuşmalarının bir yerindeCemalettin Çelebi, Mustafa Kemal Paşa’ya, Paşa Hazretleri diyor, cesaretli ve basiretli idarenizde Türk milletinin düşmanı kahredeceğine inancım sonsuz. Yüce Allah’ın milletimize müyesser edeceği zaferden sonra Cumhuriyet ilanını düşünüyor musunuz?”
Çelebi’nin, Cumhuriyet kelimesini böylesine açıkyüreklesöylemesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa heyecan ve dikkatle Cemalettin Çelebi’nin gözlerine bakıyor, biraz daha yaklaşıyor, onun elini avucunun içine alıyor, kulağına fısıldar gibi yavaş fakat kararlı bir sesle: “O mutlu günün ilahına kadar aramızda kalmak kaydiyle, evet, Çelebi Efendi Hazretleri.”
Ne yazık ki Cemalettin Çelebi’nin, Cumhuriyet ilanını görmeye ömrü yetmiyor. Ölümünden birkaç gün önce bu tarihi konuşmayı kutsal bir sır olarak kardeşi Vilayettin Çelebi’ye naklediyor.
Hacıbektaş görüşmesinden sonra, Ulusal Savaş sırasında olsun ve daha sonra gerçekleştirilen Atatürk Devrimleri’nde olsun Mustafa Kemal Paşa, Alevilerin yoğun olduğu bölgelerden büyük destek görmüş, şurada burada düşman kışkırtmaları sonucu isyan hareketleri çıktığı halde, bu yörelerde Atatürk ve onun devrimlerine karşı bir olay görülmemiştir. Aleviler, en güç anlarda, Mustafa Kemal’in yanında olmuşlar, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemişlerdir.
İşin acı yanı, o zamanla Kurtuluş Savaşı’na karşı olan kesimlerin bugün, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin önemli kademelerinde yuvalanmaları, Atatürk’e karşı aynı yıkıcı, yaralayıcı tavrı sürdürmeleridir.
Mustafa Kemal Paşa, Hacıbektaş’ta bir gece kalmış, ertesi gün Cemalettin Çelebi, hastalığı sebebiyle fazla yürüyemediği için, oğlu Hamdullah ile beraber Hacı Bektaş Veli Türbesi’ni ziyaret etmiş, hazret avlusunda ayakta bir kahve içmiştir. Cemalettin Çelebi ile vedalaştıktan sonra aynı gün Hacıbektaş’tan ayrılmıştır.
Bunu izleyen günlerde Cemalettin Çelebi’nin hastalığı ağırlaşmıştır. Elli dokuz yaşında hayata gözlerini yuman Cemalettin Çelebi, geleneğe uyularak Kırklar Meydanı’nda toprağa verilmiştir.
Cemalettin Çelebi’nin ölümü üzerine büyük kardeşi Vilayettin Çelebi, (1867 - 1940) Postnişin ve mütevelli olmuştur.
(...) Velayettin Çelebi de büyük kardeşi Cemalettin Çelebi gibi Atatürk’ü bütün gücü ile desteklemiştir. Bütün ülkeye dağıtılan 25 Nisan 1339 (1923) tarihli beyannamesinde şöyle demektedir:
“Anadolu’da bulunan Ceddim Hacı Bektaş Veli Hazretleri’ne samimi muhabbeti bulunan bütün sevenlerimize ve bizden yana olanlara duyurulur ki....
Bu milleti yeniden yaratarak bağımsızlığımızın sağlayan; varlığı bütün Islam dünyasına onur kaynağı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Gazi namlı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin yayınladıkları bildirge, tümünüzce bilinmektedir. Gazi Paşa’nın vatanın yücelmesi ve yükselmesi konusundaki her arzusunu yerine getirmek, bizlerin en birinci görevidir. Milletimizi kurtaracak, mutluluğumuzu sağlayacak, onun koruyucu düşünceleridir. Bunu inkar edenlerin bizimle asla ilişkileri, ilgisi yoktur.
Yüve tarikatımızın bütün üyelerine, Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin gösterdiği adaylardan başkasına oy vermemelrini, vatanımızın kurtulmasının ancak bu yolla gerçekleşebileceğini sizlere bütün önemiyle tavsiye ederim.
Hacı Bektaş Veli Veliyettin”
Atatürk bu beyannamenin yayınlanması münasebetiyle Velayettin Çelebi’ye şu telgrafı gönderiyor:
“Çelebi Veliyetin Efendi Hazretlerine,
Yayınlamış buyurduğunuz, insanlarımıza doğru yolu gösteren koruyucu bildirgenizin suretini okudum. Ulusal zenginliğin doğmasına yardımcı olacak girişiminiz ve çalışmalarınız için, doğru yolu gösteren zatınıza saygılar sunarım. Söz konusu bildirgenin basılması ve her yana dağıtılması konusunda haber bekliyorum. Vatanın ve halkın mutluluğu için hizmet etmeyi kendilerine ülkü edinenler; Tanrı’nın sevabını kazanırlar ve sonsuza değin mutlu olurlar; efendim.
Gazi Mustafa Kemal!”
Bu ve benzeri yazışmalar, Atatürk’ün Alevilere verdiği önemi göstermeye yeter.
Velayettin Çelebi, Atatürk’ün ölümüne kadar görüşmelerini ve ilişkilerini sürdürmüştür.
Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Aleviler, Osmanlı devleti döneminde asla görmedikleri bir rahatlama içine girdiler. Devlet, resmen yürüttüğü baskıyı sona erdirmişti. Bu durum, Aleviler arasında Atatürk’ün Hacı Bektaş Veli ile özdeşleştirilmesine kadar uzanabilen bir Atatürk sevgisi doğmasına neden oldu. hatta Aleviler yer yer, Atatürk’ü Mehdi olarak görme gibi bir tavır da takındılar. Atatürk, Alevilere göre, “Ahir zamanda ortaya çıkıp dünyanın kötülükleri ve bozukluklarını düzeltecek olan Alevilerin gaip imamı Mehdi” gibi algılanmaya başlanmıştı. Kurtuluş Savaşı süreci içinde gözlerinin bu tavır, daha sonra da azalarak da olsa sürdü.
Burada, Dersim Isyanı ve Atatürk’ün Alevilere karşı tutumu üzerine de bazı açıklamalar gerekir. Dersim Isyanı,Atatürkün rahatsız olduğu bir dönemin olayıdır. Kendisi, bu isyanla bizzat ilgilenememiş, Başkan Celal Bayar ile General Abdullah Alpdoğan, Dersim’de bir kırım gerçekleştirmişlerdir. İki yılı bulan aşiret ayaklanmaları; bölgede feodal yapıyı kırmaya çalısan hükümete direniş biçiminde ortaya çıkmış ve gelişmişti.
Dönemin gazetelerini tarayarak yaptığım araştırmada, devlet tarafından, Dersim Isyanı’na bir Alevi hareketi gözüyle bakılmadığını gördüm. Devletin bu başkaldırıyı bastırırken takındığı tavır, Alevileri ezmek tavrı değil, aşiret ayaklanmalarını ne olursa olsun bastırmak, Cumhuriyet yasalarını bölgeye egemen kılmak tavrıdır. Elbette, Dersim halkının Alevi olması, hükümetteki tutucu bakanların ve geri kafalı bazı subayların zalimce davranmasını gündeme getirmiş olabilir. Çok vahşi cinayetler işlenmiştir; bu doğrudur. Fakat, bunun suçunu o sıralar ciddi biçimde hastalıkla uğraşan Atatürk’e yıkmaya kalkışmak yanlış olur.
1938 Ağustos’unda bastırılan isyanın lideri Seyyid Rıza da Alevilik eylemcisi olarak ortaya çıkmamıştır. Dersim olayı ne denli acı olursa olsun, Alevilerin Mustafa Kemal’e duydukları sevgiyi yok edememiştir.
Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler, ülkede, demokratik havnın daha da yayılmasına önemli katkılar getirdi. Aleviler, kapalı kır yaşamından ağır ağır kentlere ve kasabalara aktılar. Böylece; yeni bir Alevilik olgusu ortaya çıktı. Kent Aleviliği. Bu sürecin sonucunda da Aleviler kimliklerini ortaya koydular.
Tarihi Bildirge
Buraya Alevilik tarihi açısında önemli 20 yıllık bir belgeyi olduğu gibi alıyorum. Bu belge Alevilerin isteklerini ve görüşlerini yansıtan bir belgedir. Bu çalışma Hamburg Alevi Derneği’nin öncülüğünde, Ismail Kaplan ve Rıza Zelyut’un kalemlerinden çıktı. 1989 Mart ayında Alevi toplumunun ilkelerini ve aydınların işaretlerini dikkate alarak yazdığım bu metin, 20 yıl sonra bile Aleviler için hiçbir adımın atılmadığını göstermesi açısından da önemlidir. İşte o bildirge:
Alevilik Bildirgesi
Bu bildige, Islamiyet’in Türkiye’de yaşayan bir kolu olan Aleviliğin, sorunlarını duyurmayı ve Alevilerin bazı isteklerini kamuoyuna yansıtmayı amaçlıyor.
Aleviler; başka inançlara, “doğru, güzel, kutsal” gözüyle bakarlar. Kendi inanç ve kültürleri için de aynı olumlu duygu ve yaklaşımı beklerler... Alevi öğretisinin tanınması, Türkiye için barış ve zenginlik kaynağı olacaktır...
Gerçekler,
Türkiye’de 20 milyon Alevi yaşiyor.
60 milyona ulaşan Türkiye nüfusunun yaklaşık 20 milyonunu, Aleviler oluşturuyor.
Alevilik de, Sünnilik gibi Islam inancının bir koludur. Sünnilik kadar eskidir. Türkiye’de dinsel, siyasal, kültürel, sosyal yönleriyle Alevilik, halkın bir bölümünün yaşama biçimi olarak halen varlığını sürdürmektedir.
Sünni halkımızın Alevilik hakkındaki bilgisi yetersizdir.
Ülkemizdeki çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlar, Alevilik hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyor. Bu kesimin Alevilik hakkındaki görüşleri, tamamen olumsuz önyargılardan, söylentilerden doğan yakıştırmalardan oluşuyor.
Geçmişte şeriatçı Osmanlı Devleti zamanında Alevilere karşı yaratılan iftiralar, bugün de bazı insanlar tarafından gerçek gibi kabul ediliyor. Osmanlı zihniyetini bu çağda yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur...
Diyenet Işleri, Islam’ın sadece Sünni kolunu temsil ediyor.
Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Sünni Islam, Türkiye Cumhuriyeti’nde Diyanet Işleri bakanlığı aracılığıyla resmen temsil ediliyor. Devlet okullarından din ve ahlak eğitimi ile; camilerde imamlar vasıtasıyla Sünni Islam yaşıyor ve yaşatılıyor.
Alevi varlığı yok sayılıyor
Buna karşin 20 milyonluk Alevi kitlesi resmen yok sayılıyor, görmezlikten geliyor.
Devlet yetkilileri, yaptıkları açıklamalarda, Türkiye’nin tümünü “Sünni” göstermeye çalışıyor. Halbuki Türkiye nüfusunun yaklaşık üçte biri Alevidir.
Alevilere karşı olanlara birtakım yarı aydınlar da, “Alevilik öldü!” diyerek Osmanlıcı tavırdan yana çıkıyor. Alevi geçinen bazı okumuşlar da kıraldan daha fazla kıralcı kesilerek bu görüşlere destek veriyor.
Kimileri de, Alevi kültürünün canlandırılmasını “gericilik” olarak görüyor. Bunlar, Aleviliği yok sayma tavırlarıdır. Unutulmamalıdır ki, Alevilik yok olursa, meyadan Osmanlı kafalılara kalacaktır....
İnanç ve anlatım özgürlüğü bir insanlık hakkıdır.
İnsan Hakları Bildigesi’nin dokuzuncu maddesi ve Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası’nın 24. maddesi, herkese “Vicdan, dini inanç ve kanaat özgürlüğü” garatisi veriyor. Ülkemizde, cumhuriyetin kurulması ile birlikte Alevilere yönelik resmi devlet baskısı sona ermısse de eskiden gelen sosyal, psikolojik ve siyasal baskı varlığını sürdürmektedir. Aleviler, bu baskılar yüzünden “vicdan, dini inaç ve kanaat” özgürlüğünü kullanamıyorlar. Aleviler, halen Aleviliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar.
Aleviler, Atatürk devrimlerini hep desteklediler.
Cumhuriyeti yaratan temel güçlerden birisi de Alevi kitledir. Aleviler, her zaman Atatürk devrimlerinin, laik güçlerin yanında olmuşlardır. Fakat, sıkıntıları Cumhuriyet döneminde de bitme-miştir.
Türkiye’de Hıristiyanların, Yahudilerin, Süryanilerin bile kendilerine ait ibadethaneleri olduğu halde, Aleviler bundan yoksun bırakılmıştır. Bugün, Alevi kültürünü yaşatacak hiçbir kurum bulunmamaktadır.
istekler
Aleviler üzerinde baskı olduğu kabul edilmelidir.
Bugün Türkiye’de 20 milyonluk Alevi kitle üzerinde, Osmanlı Devleti zamanından gelen ve halen sosyal, kültürel ve psikolojik ağırlıklı olarak süren ve ağır bir baskı vardır. Bu baskının adını, açık yüreklikle koymanın zamanı gelmiştir.
Aleviler, çekinmeden “Ben, Aleviyim” diyebilmelidir.
Alevi kitle bugün bile Alevi olmaktan korku duymaktadır.
Buna gerek yoktur.
Bu kesimden insanlar, gerektiğinde, açıkça “Aleviyim” diyebilmelidirler. Bu, onların doğal insanlık haklarından birisidir. Politik veya maddi kaygılarla Aleviliğini gizliyenleri, bu tavırlarını bırakmaya, kültürlerine sahip çıkmaya çağırıyoruz.
Her insanın kendi kimliğini açıkça söyleyebilmesi, insanlık hakkıdır. Bu kimliğin “mezhepçilik” veya “şövenistlik” ile damgalanması, temel insanlık hakkına saygı duymamaktır.
Sünni aileler, Alevilik hakkındaki düşüncelerini değiştirmelidir.
Türkiye’nin gerçek bir huzur toplumu olabilmesi için, Sünni ve Alevi kitlenin, birbirleri hakkında iyi düşünceler beslemesi gerekir. Aleviler hakkında görmediği şeyleri söyleyerek iftira etme olayına, Sünni aileler izin vermemelidir. Kafalara yerleşmiş olan olumsuz düşünceler atılmalıdır. Her inanç, her kültür; diğerlerine saygı duyarak ayrı ayrı yaşamalı, yaşatılmalıdır. Avrupa’daki Protestan ve Katolik mezhebinden aileler, bugün, yan yana, dostça, gül gibi yaşayıp gidiyorlar. Türkiye için de aynı samimi birliktelik mümkündür.
Aydınlar, Alevi varlığını, insan hakları bağlamında savunmalıdırlar.
Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de, insan haklarını savunmak ve korumak, devletten önce aydınlara düşmektedir.aydınlar, kendi sorunlarınındışındaki toplumsal sorunlarla ilgilenen toplumun seçkin elemanlarıdır. Bu nedenle, onlar; Alevi varlığına dikkati çekmek ve Alevilere yapılan baskılara karşı tavır almak zorundadırlar. Bugün ülkemizde insan hakları sorunları ve demokratik sorunlar bulunduğu gerçektir. Bunların en önemlilerinden birisi de Alevilerin durumudur.
Alevilerin sorunlarını duyurmada önderlik, aydınlara, demokrasiyi isteyen politikacılara, işadamlarına ve serbest meslek sahiplerine düşmektedir.
Türk basını, yayınlarında Alevi kültürüne yer vermelidir.
Bugün, Türk toplumunun en seçkin, en demokratik, en laik kafalı insanları, emekçisinden patronuna basın sektöründe yoğunlaşmıştır.
Buna karşın basınımızda, 20 milyonluk Alevi kitleyle ilgili bilgiye veya habere az raslanıyor. Alevi kültürünün tanıtılmasınabasınımız daha geniş olanaklar sağlamalıdır. İnanıyoruz ki, Aleviler üzerindeki baskının kalkması, Türkiye’yi daha demokratik bir yapıya kavuşturacaktır. Bu durum basınımız için de bir kazanım olacaktır.
TRT, Alevi varlığını da dikkate almalıdır.
Türkiye Radyo ve Televizyon istasyonları, Alevi kitlenin varlığından habersiz gibi görünüyorlar. Radyo ve Televizyonda, Alevi kültürü de yer almalıdır. Alevi büyükleri, Alevilerin kutsal günleri, şiiri, müziği, folkloru tanıtılmalıdır.
Alevi köylerine cami yapmaktan vaz geçilmelidir.
Diyanet işleri, son yıllarda, Alevi köylerine cami yapmak, imam göndermek gibi, etkisiz bir baskı yöntemi daha geliştirdi. Kendi varlığından başkasına tahammül edemeyen zihniyetin bu uygulamasına, devletin alet edilmemesini bekliyoruz. Bu uygulamalar da derhal durdurulmalıdır. Aleviler, köylerine cami değil okul ve cem evi istiyorlar...
Okullarda Alevi öğretisi de tanıtılmalıdır.
Bu ülkede, 20 milyonluk Alevi kitle devlete vergi veriyor. Tahminen üçte birisi Alevilerden alınan devlet bütçesinden Diyanet Işlerine, her yıl yüzlerce milyar lira para aktarılıyor. Laik bir ülkede, zorunlu din dersi uygulaması ve Diyanet Işlerine para verilmesi, yanlıştır.
Okullarda, din ve ahlak eğitiminin zorunlu hale getirilmesi sonucu, Alevi kökenli öğrenciler, kendi öğretilerini değil, Sünni öğretiyi öğrenmektedirler. Bu yanlış uygulama yetmiyormuş gibi, okullarda Alevilik her fırsatta kötülenerek genç yürekler yaralanmakta, beyinlere düşmanlık tohumları ekilmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın buna mutlaka engel olmasını bekliyoruz....
Bu durum, din ve vicdan hüriyeti ilkelerine uymadığı gibi toplumsal barışı da zedelemektedir. Bunu engellemek için, okullarda, isteyen Alevi öğrenciye, Aleviliği öğrenme olanakları yaratılmalıdır.
Hükümetlerin, Alevilere bakış açısı değişmelidir.
Alevilere yönelik olumsuz şartlanmalar, iş başına gelen hükümet üyelerini de etkilemektedir. Bunlar, Aleviliği görmezlikten geliyor, yok sayıyorlar. Bakanlar ve milletvekilleri “Alevi” sözünü ağızlarına almaya korkuyorlar.
Bizim gibi kültürlü toplumlarda; hükümetler, bütün inançlara saygı duyacak bir politika izlemek zorundadırlar. Diyanet Işleri’nin; Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu açıdan yeni baştan düzenlenmesi, hükümetlerin önünde çok önemli bir görev olarak durmaktadır.
Aleviler, laik devletin güvencelerinden biridir.
Alevilik; bütün Ortaçağların sevgi ve sohbet dayalı tek canlı kültürü olarak bugüne dek geldi.
Aleviler; kültürleri gereği, hoşgörülü, bilime saygılı, ilerlemeye açık bir toplumdur. Bağnaz düşünceye karşıdır. Laik devletin, şeriat devleti kurma çabalarına karşı korunması için, bugün Alevi varlığı bir güvencedir. Devlet, bu güvenceyi eritmeyi değil, kuvvetlendirmeyi düşünmelidir. Demokratik, laik, çoğulcu güçler, Alevi varlığının netleşmesi için çaba göstermelidir.
Dedelik (Seyyidlik) kurumu, çağdaş anlamda yeniden yapılanmalıdır.
Dedeler; yüzyıllarca Alevi kesiminin hem öğretmenleri, hem de görevlileri, hem yargıçları olarak çalıştılar. Bu insanlar; Alevi kültürünü kuşaktan kuşağa aktardılar.
Zamanımızda, camilerde ve okullarda yetişen yüzbinlerce imam, ülkenin her tarafında maaşlı olarak çalışırlarken, dedelik, Aleviliğin baskı altında tutulması sonucu, sıkıntı içindedir. Dedelere, kendilerini geliştirme ve yetiştirme olanakları sağlanmalıdır. Alevi kültürünün yaşatılmasında kendisini yenilemiş, çağdaş kafalı ayını dedelerden yararlanılabilir...
Yurt dışındaki Aleviler için acil proğramlar şarttır.
Bugün; yanlız Federal Almanya’da 350 binle 400 bin arasında Alevi işçimizin bulunduğu sanılıyor. Yurt dışındaki Alevi işçiler; çocuklarına kendi kültürlerini vermek için yoğun istek duyuyorlar. Fakat; onlara Sünni proğramlarından başka seçenek verilmiyor. Bu da kabul görmüyor. Böylece yeni yetişen gençler; kültürel boşluğa itiliyor. Yurt dışındaki Aleviler için; Alevi kültürünü tanıtıcı proğramlar; Alevi çocuklar için de bu konuda dersler şarttır.devlet, bu işçiler için, din adamı yollarken Alevilik gerçeğini göz önünde tutmalıdır. Türkiye’de olduğu gibi yurt dışındaki Alevilere de, imamlar aracılığıyla din hizmeti sunmak mümkün değildir. Bu gerçek, artık kabul edilmeli ve aydın Alevi dedelerden yararlanmalıdır.
Alevilik ile bugünkü Iran Şiiliğinin ilgisi yoktur.
Alevilere karşı tavır içinde olanlar, geleneksel iftiralarını sürdürerek, Türkiye Aleviliği ile Iran’daki molla düşüncesini aynı paralelde göstermeye çalışıyorlar. Bu yanlıştır. Gerek felsefede, gerek uygulamada Anadolu Aleviliği ile bugünkü Iran Şiiliğinin hiç bir benzerliği yoktur. Aleviliğin temeli; hoşgörü, insan sevgisi, canlıya saygı, zorbalığa karşı olmaktır. Aleviler; bağnaz güçlerin değil, demokratik kitlelerin yanındadırlar. Bu, geçmişte de günümüzde de böyle olmuştur....
Sonuç
Türkiye, tek değil, birçok kültürün bulunduğu bir toplumdur. Bu durumun da ülkemiz için zenginliktir. Değişik kültürlerin kendilerini açık açık ortaya koyması, insanları bireysel planda demokratik, hoşgörülü, insancıl bir kimliğe sokar. Bu da tüm insanlığın arzuladığı bir hedeftir.
Temeli insan sevgisi ve barış olan Alevi kültürü, bugün hiç desteklenmiyor. Hükümetlerin, bu insan kültürünü koruması, yaşatması için aydınlarla işbirliğine girmesi şarttır. Siyasetçiler tarafından dile getirilen, “Inançlar ve fikirler üzerindeki baskıların kaldırılması gerektiği” yolundaki açıklamaların sözde kalmamasını diliyoruz. Bu konuda demokrat aydınlar olarak, tüm Türk halkından destek bekliyoruz...
Yaşar Kemal, Ilhan Selçuk, Tarık Akan, Zülfi Livaneli, Berker Yaman, Kıvanç Ertop, Çetin Yetkin, Ataol Behremoğlu, Atila Özkırımlı, Emil Galip Sandalcı, Süleyman Yağız, Bekir Yıldız, Aziz Nesin, Muharrem Naci Orhan, Erdal Atabek, Nejet Birdoğan, Vedat Günyol, Cemal Özbey, Mesut Mertcan, Battal Pehlivan, Cengiz Bektaş, Müjdat Gezen, Recep Bilginer, Lütfi Kaleli, Jülide Gülizar, Nevzat Helvacı, Nart Bozkurt, Tanıl Bora, Adnan Sözen, Ihsan Atar, Ahmet Bulut, Akın Gürdal, Musa Ateş, Rıza Zelyut.
Yukarıya alınan bildirgede dile getirilen istekler konusunda ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri gereken adımları atmamışlardır. 20 yıl sonra hala Alevi açılımı adı altında bir oyalama yürütülmektedir. Diyanet işleri de Alevi isteklerini engellemek için dinsel gerekçeler imal etmektedir. Alevi örgütlerinin bölünmüşlüğünü siyasi iktidarlar bir öteleme gerekçesi yapmaktadırlar. Tümü de barışçıl olan Alevi toplumu isteklerinin yerine getirilmesi Türkiye’deki barışçıl havayı daha da kuvvetlendirecektir.
Kitap: Türk Aleviliği
Yazar: Rıza Zelyut
Ekleyen: Seyyid Hakkı