15- Türk Aleviliği -11
Türk Aleviliği -11
Şiir
Alevi şiirini; dinsel tören şiirleri ve sivil yaşam şiirleri diye ikiye ayırmak gerekiyor. Bu bölümlemeyi, gizli şiir ve sivil şiir diye de ayırabiliriz.
Tören şiirleri veya gizli şiir daha çok kırsal alanda ortaya çıkan ozanlardan (halk aşıklarının) ürünüdür. Bu şiir türünün bazılarını yukarıda özetledik. Bunlar Aleviliği öğretmek, savunmak, yaymak amaçlı eserlerdir. Şiir bu eserlerde bestelerin bir parçası olarak var oluyor. Fakat, kent Alevileri olan Bektaşilerde, okumuş kesimden çıkıp da Alevi düşüncesini yansıtmak üzere yanlış şiir yazan Aleviler de oluşmuştur. Bu biçimde divan oluşturan ozanlar vardır.
Alevi şiirlerin en önemli yönü, konulu olmasıdır. Bu şiir; temelde, Türklerin şiir biçimi olarak Asya’ya değin uzanır. Dörtlüklerden oluşan Türk halk şiirlerinin biçimi ve hece ölçüsü kullanılmıştır.
Alevi şiirlerinin, divanşiiri biçimini kullandığın da bir gerçektir. Bu biçimle, genel olarak mersiye, naat, miraçname, Zülfikarname türü şiirler yazılmıstır. Gazel tarzı (iki dizeden –beyit oluşup aa, bb, cc, dd... gibi kafiyelenen şiir türü) genelikle uzun mersiyelerde yeğlenmiştir.
Bunun dışında dört dizeden oluşan murabba biçimi de kullanılmıştır. Yine beş dizeden oluşan muhammes ve altı dizeden oluşan müseddes vardır. Bunlar genelikle, aruz ölçüsüyle yazılan şiirlerdir. Bazılarında ise hece ölçüsü kullanılmıştır. Biçim olarak divan biçimi yeğlenmiştir.
Dindışı Alevi Şiirleri
Alevi şiiri yanlız dinsel konularla sınırlı değildir. Dindışı konularda da büyük bir zenginlik taşır. Bu tür şiirlerde de konulu oluş başta gelir. Mani tarzı şiirlerde bile doldurma dizeler yoktur. Alevi şiirinde “Dama kurdum çatmayı” veya “Keçi vurdum bayıra / Kımıl kımıl yayıla” gibi renksiz girişler bulunmaz.
Dindışı Alevi şiirini şöyle bölümleyebiliriz
1- Güzellemeler,
2- Koçaklamalar (yiğitlemeler-başkaldırı şiirleri-),
3- Hayvanlara yönelik taşlamalar,
4- Insan ve toplum taşlamaları,
5- Kader ve Tanrıya yönelik taşlamalar (şathiyyeler),
6- Doğa şiirleri
7- Öğütler
8- Konulu destanlar,
9- Gülünç destanlar.
Dindışı Alevi şiirinde genel olarak ulusal ölçü olan hece ölçüsü ve dörtlük düzeni kullanılmıştır.
Bugün Türk halk şiiri diye bilinen şiir türü Alevilerin eseridir. Yunus Emre, Sait Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Katibi, Muhyi, Nizamoğlu, Kul Himmet, Azmi, Hasan Dede, Teslim Abdal, Şah Hatayi, Kul Nesimi, Gevheri, Feryadi, Kazak Abdal, Dertli, Erzurumlu Emrah, Seyrani, Serdari, Dadaloğlu, Hakkı Baba, Ağahi, Sümmani, Aşık Veysel, Ali Izzet Özkan Daimi, davut Sulari, Nesimi Çimen, Mahzuni Şerif, Çırakman, Kul Garip (Neşet Ertaş) gibi pek çok ozan Alevidir.
Resim
Aleviler, resmin yasak olduğuna inanmazlar. Onlara göre resme getirilen yasak, Peygamber döneminde putlara karşı takınılan yasaklamadan kaynaklanmaktadır. Yasağı, geçmişte kalan bir süreç olarak görürler. Bu nedenle de evlerini Hz.Ali, Hacı Bektaş Veli ve diğer yol büyüklerinin resimleriyle süslerler. Bu resimlerin en büyük özeliği de harflerden biçime doğru bir gelişme göstermesinde yatar. Biçimi, harflere (Arap alfebesindeki) göre deforme etmek de sayıla bilen bu resimler ile, Sünnilikteki suret yapma yasağı denilmiştir.
En eskiden beri Alevi evlerinde “kendi cenazesini deve üzerinde kendisi götüren Ali” minyatürleri bulunuyordu.
Oyun (Dans)
Türk Aleviler, kadın erkek birlikteliğini temel alıp yolu bu birlikteliğin üzerine oturtmuşlardır. Bu nedenle, kadın erkekle kaçgöçü olmamış, erkekle kadın dinsel nitelikli ve sivil oyunları birlikte yapmışlardır.
Cem
Anadolu Aleviliğinin en önemli kurumlarındandır. Sünni ibadet biçiminin dışlanması, cem sayesinde olmştur.
(Cemin özelikleri ilgili bölümünde anlatılmıştır.)
Kadın erkek birlikteliği
Alevilikte, özelikle Anadolu Aleviliğinde kadın, erkeğe eşittir. Bu da birlikteliği getirmiştir.
(Alevi felsefesinde Insan ve kadın bölümlerine bak.)
İslam Öncesi Türk Şiirinin Etkisi
Türk dilini ve dolaysıyla da kültürünü taşıyan en önemli kaynak Alevilik oldu. anadolu’daki Alevi yaşam biçimi, inancı, dili, şiiri, müziği, sazı, kurbanı, din önderi; Islam öncesi Türk kültürünün uzantısıdır. Bu gerçek, olgularla en açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Örneğin Islamsal gözüken Alevi şiiri ve müzüği bile eski türk kültüründen derin izler taşımaktadır. Anadolu Aleviliğini anlatmaya çalışan kimi kişilerin bu kültürü neredeyse Kayıp Kıta Mudenilen hayali bir topluma bile bağlamaya çalıştıklarını görmekteyiz ama bu toplumun dilinin sahibi olan Türk kültürüne asla bakmadıklarını anlamaktayız. Burada anlattığımız Aleviliğin dil (anlatım) aracın Türkçe olduğu bir gerçektir. Öyleyse; Aleviliği anlamanın birinci yolu Türk diline, Türk kültürüne yönelmekten geçiyor. Aşağıda bu konuda birkaç gönderme yapıyruz.
Bugünkü Alevi edebiyatında ve müziğinde “tevhid” adı verilen Allah’ı anlatan ve onun birliğine, gücüne, iyiliğine vurgu yapan şiirlerin benzerleri Maniheist ve Budist Türkler arasında da görülmüştür. Müslümanlıkta Sünni kesimde Ilahi adı verilen ama Alevilikte çeşitlendirip konularına göre özel adlarla anılan dinsel şiirlerin en seçkin örneklerinden birisi, Turfan’da kazılarda elde edilen Tan Tanrı Ilahisi’dir. Manici çevrede, geleneksel Gök tanrı inancını da yansıtan bu şiir şudur:
Tang Tengri kelti
Tang Tengri özi kelti
Tang Tengri kelti
Tang Tengri özi kelti
Turunglar kamag begler kadaşlar
Tang tengrig ögelim
Körügme Kün Tengri
Sizi bizni küzeding
Körünügme Ay Tengri
Sizi bizni kurtarıng
Tang Tengri
Yıdlıg yıparlıg
Yaruklug yaşuklug
Tang Tengri
Tang Tengri
Tang Tengri
Yıdlıg yıparlıg
Yaruklug yaşuglug
Tang Tengri
Tang tengri
Eski Türk Şiiri, 2. b. S, 8
Yukarıdaki şiiri biraz dikkatle incelerseniz, yüzyıllar öncesindeki bu Türkçe’yi kolayca çözersiniz: Tang: tan, Tengri: tanrı, ketli: geldi, Özi: özü-kendi, Kamag: kamu, Kadaş: kardaş, Körügme: görünen vb... Bu şiirin bugünkü dole aktarımı şöyle:
Tan Tanrı geldi
Tan Tanrı kendisi geldi
Tan Tanrı geldi
Tan tanrı kendisi geldi
Kalkınız bütün beyler kardeşler
Tan Tanrı’yı öğelim
Görünen güneş Tanrı
Siz bizi koruyun
Görünen Ay Tanrı
Siz bizi kurtarın
Tan Tanrı
Güzel, mis kokulu
Parıltılı, ışıltılı
Tan Tanrı
Tan Tanrı
(Tekrar)
Cehennem Tasviri
İslam öncesi Türk edebiyatında yer alan ve Manici çevrelerde bulunan bir başka şiirde de cehennem anlatılıyor. Bir bölümünü orijinal biçimiyle aktaralım:
.........aytur tiyür
..........kentü kılmış kılıcını köz-ünür tiyür
Yir sub katı irinür tiyür
Ot sub katu ıglayur tiyür
Igaç katı ulıyur tiyür
(.......)
Bazı dizeleri ve kelimeleri okunamayan şiirin bugünkü dile aktarımı şöyle:
......sorar derler
Onun yapmış olduğu işler görünür derler
Yer ve su kutui (kutsallığı/mutluluğu) bozulur derler
Ateş ve su kutsal ağlar derler
Ot ve ağaç kutsal ağlar derler
Adil buyruk, aynadaki yankı gibi ortaya çıkıp
İnkarcı ruhu yakalyıp
Terazi içine oturtur derler
Terazi yükselirse yaptığı işlerden dolayı sorguya çekilir
Yapmış olduğu kötülükleri dinlenir
Ters, kıllı, yaşlı şeytan gelip
İnkarcı ruhları yakalayıp
Karanlık cehenneme doğru götürür derler
Onları baş aşağı oraya atar derler
Cehennemdeki şeytanlar onları yakalar derler
Muntrumuntuz şeytanlar gelip derler
........kamçı ile vurup kamçılamak ister derler
Çok.........
Ruh orada görünür derler
Ölümü ister fakat bulamaz derler.
.........
Age, s. 29
Görüldüğü gibi Islam dininden önce de Türkler arasında cehennem fikri ve inanışı; şeytanı, cini ve terazisi ile kuvvetle yaşamaktadır ve hemen hemen olduğu gibi Islam içinde devam etmiştir.
Tıpkı ilk şiirde yer alan Güneş ve Ay tanrılarına olan inancın Muhammed-Ali biçimine sokularak sürdürülmesi gibi....
Anadolu Alevi edebiyatında büyük yer tutan öğüt türü şiirler de Islam öncesindeki Türk ozanları tarafından bol bol yazılmıştır. Türk kültürü ve inanışı üstünde çok kuvvetli etkileri olan Budizm de Alevilik içinde varlığını bugünlere kadar sürdürülmüştür. Budist çevrelerde oluşan hava ile Alevi yaşam biçimi ve ibadeti arasında kuvvetli bağlar vardır. Budist Türkler arasında kuvvetli ozanlar çıkmıştır. Bu ozanlardan birisi olan Çısuya Tutung’un 16 kıtalık uzun öğüdünün son dörtlüğünü bugünkü dile aktaralım:
“Onun için bakşilardan (hoca, eren) usul, örnek ve kurtuluş iste
Daima olgunlar arasında çiğ; çigler arasında olgun ol
Altı Kapı’dan içeriye bak, en güzel yol görünür
Temiz, duru, üstün huzur ülkesi oradadır”
Yukarıda şiirin havası; olduğu gibi Alevi-Bektaşi ebediyatına aktarılmıştır. Altı Kapı ise Dört Kapı haline getirilmiştir.
Başka bir dörtlük daha:
“Yapılmayacak işleri
Önceden düşünmek gerek
Düşünmeden yaptıktan sonra
Nasıl inkar etmek gerek?”
Age, s. 267
Eski Türk dilinde sivil şiir dediğimiz türden eserler de çok akıcı ve duygusaldır. Sevgilisine seslenen ozanın güzellemesinden son iki kıtayı aktaralım:
“Işıklı tanrılar buyursun
Yumuşak huylum ile
Birleşerek bir daha ayrılmayalım
Güçlü melekler kuvvet versin
Gözü karam ile
Güle güle oturalım”
Age, s. 21
Anadolu Türk edebiyatında; hece sayıları sabitlenecek ve kıtalar dörtlü dizelerden oluşacak; şiire tam şekil hakimiyeti gelecektir. Bu biçim içinde eski şiiri, Alevi-Bektaşi ozanları günümüze kadar sürdüreceklerdir.
Asya’da oluşan Türk şiirinin serbest ölçü ve yer yer başta kafiyelerle yazıldığını dikkate almak gerekiyor. (Bu konunun ayrıntıları için Halk Şiirinde Başkaldırı isimli eserimizin inceleme bölümlerine bakılabilir.) türk şiirinin gücünü gösteren bir başka boyutu da doğa şiirleridir. Aşağıda bir de doğa şiirinin ilk ve son kıtalarını aktarıyoruz:
“Birbirine bağlı duran kat kat dağlarda
Sakin ve tenha Aranyadan’da
Ardıç ağaçları altında
Akar sular boyunda
Sevinç içinde uçuşan kuşçukların
Topladıkları, bir araya geldikleri yerlerde
Hiçbir şeye bağlanmadan huzura kavuşmalı
İşte öyle yerlerde
(.....)
Göğerip duran güzel dağlarda
Gönlün hoşlandığı tenha yerlerde
Sık söğütler içinde
Kaynayıp köpüren göller arasında
Başta göz olmak üzere bütün duyulardan sıyrılıp
Her şeyi göründüğü, bilindiği gibi olduğu yerde
Hiçbir arzu beslemeden huzur tatmalı
İşte öyle yerlerde”
Age, s. 67
Yunus Emre’den yer alan şu dörtlüğü hatırlayınız:
Karşı dağların başında
Salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için
Yaşın yaşın ağlar mısın?”
Şimdi bir de bundan yüzyıllarca önce yazılmıs olan şu dörtlüğe bakınız:
“Aklar bulut örlep kükirep
Alkuka mu kar yagurur
Ak bir saçlıg karı anam
Açıyu mu yaşların akıdur”
Age, s. 248
Bugünkü dille:
Ak bulutlar sükselip kükreyerek
Her yana kar mı yağdırır
Ak saçlı o yaşlı anam
Acılar içinde göz yaşı mı akıtır?”
İslam öncesinde; Maniheist ve Budist inancının egemen olduğu yerlerde yazılan şiirler; Anadolu’ya ozanlar (oyun, bahşı, şaman) yoluyla aktarılmış ve törelerin de bir parçası halinde yaşatılmıştır.
Budizm Alevi-Bektaşi inanışı üstündeki derin etkisini belirten birkaç örnek üzerinde durmakta yarar vardır:
Alevi-Bektaşi ibadetinde temel olan kurban geleneği; koyun veya koç kurban etmeye dayanır. Budistler de Buda’ya koyun kurban ediyorlardı. Kurban edilen koyunun kemiklerini saklamak da Budizme özgü bir davranış biçimidir. Bu olguya Marco Polo, 13. yüzyıl Asya yaşamında tespit etmiştir. (Marco Polo Seyahatnamesi, Tercüman Yayınları, c.I, s. 61) aynı olgu halen Anadolu Alevileri arasında sürmektedir.
Bütün Türkler arasında yaygın olan bir diğer gelenek de ölen kişinin ardından verilen yemektir. Ölü aşı da denilen ve ölenin ruhu için verilen bu yemek de Budizmin ritüellerinden birisidir. (Age, s. 62) Eski Türklerdeki atalar kütü ile tam bir uyuşum yaratan ölü aşı da günümüzde yaşatılmaktadır.
Bir başka Budist gelenek de Alevi-Bektaşi dervişlerinde görülen char-darp ritüelidir. Bu dört vuruş anlamına gelen terim; baştaki kılların kesilip atılmasıdır. Büyük Alevi ozanı Kaygusuz Abdal böyle gezmiştir. Bu olguyu onun minyatürleri de kanıtlamaktadır. Sakal, bıyık, kaş ve baş kıllarının yülünmesi olan bu gelenek Budizm’den Islam içine sokularak Türkler eliyle yaşatılmıştır.
Gülbang (Dua)
Anadolu Alevileri hemen her işe bir gülbang (dua) ile başlar. Yanlız bu dualar Türkçe’dir. Gülbang içinde 12 Imam, 14 Masum-u Pak, 17 Kemerbest’lerin isimleri ile Kur’an’dan bazı terimler geçebilir. Gülbangların dili zaman içinde sadeleşerek gündelik dil haline gelmiştir. Bu duaların en eski yazılı biçimini 16. yüzyılda Bisati tarafından yazıldığı öne sürülen ve Aleviler arasında Şeyh Safi Buyruğu diye bilinen Menakıb’ül Esrar Behçet’ül Ahrar adlı Alevi kaynağında görmekteyiz. Bu dualar zamana ve bölgeye göre değişiklikler gösterebilmektedir. Bunda, her dede ocağının gülbanga kendi ocağı ile ilgili bir cümle katması da etkili olmuştur. Elbette; doğaçlama özelliği olan bu dularda, okuyan dedenin bilgisi, görgüsü, yeteneği de etkilidir. Yani; belli bir kalıbı bulunsa da cümleleri kuruluşunda ve içeriğinde yer yer eğiklikler gözlemektedir. Gülbang (Gülsesi) veya terceman denilen bu dualar Anadolu Aleviliğinin Türk kültürü ile sıkı ilişkisini gösterir. İslam öncesinde hayır dua anlamına gelen “alkış” okunurdu. Bunun karşıtı ise kargış (beddua) idi. Anadolu Aleviliğindeki dualar (gülbang) olduğu gibi eski “alkış”lamanın sürdürülmesidir. Günümüzde alkış sözcüğü artık bu anlamını yitirmiş olsa da eskiden hayır/dua idi. Alkışın temel özelliği, Türkçe olmasıydı. Aynı gelenek Alevilikte sürmektedir. Bazı dualardan aktaracağımız alıntılar bunu kanıtlamaya yetecektir:
Cem başlatma gülbangından baş kısım:
“Bism-i Şah, Allah Allah! (Şah’ın (Hz.Ali) adıyla Allah Allah)
Akşamlar hayırola, hayırlar fethola (kazanıla),
Meydan abad ola, sırlar mestar ola, gönüller mesrur ola,
Fakir fukara mamur ola,
Er Hak Muhammed Ali yardımcımız, gözcümüz, bekçimiz ola...”
Talibin cemde görgüsü sırasında okunan dar gülbangı:
“Bism-i Şah, Allah Allah!
Erenler, yüzüm yerde, özüm darda;
Erenler meydanında, Muhammed Ali divanında, pir huzurunda,
Canım kurban, tenim tercüman.
Bu fakirden ağrınmış, incinmiş, gücenmiş can karındaşlarından var ise,
Dile gelsin, bile gelsin; hakkını talep eylesin.
Allah eyvallah, gerçekler demine hü dost!
Sofra duası:
“Evvel Allah diyelim, kadim Allah diyelim,
geldi Ali sofrası, hak versin biz yiyelim;
gerçekler demine hü dost!”
Bir başka sofra duası:
Bism-i Şah Allah Allah!
Nimet-i Celil, bereket-i Halil (Allah’ın verdiği Halil Ibrahim bereketli nimet).
Bu gitti yenisi gele, Hak bin bin bereketini vere.
Yiyenlere nur-ü iman ola.
Yiyip yedirenlerin alıp getirenlerin, pişirip kotaranların,
Sofra hizmetinde bulunan can kardeşlerimizin hizmetleri kabul ve Hak erenler yardımcıları ola.
(.....)
lokma hakkına, sofra hürmetine, evliyalar keremine, cömertler cemine, Hızır ve gaib gerçeklere Hü!”
Akşam duası:
“Bism-i Şah Allah Allah!
Erenler, akşamlar hayir ola; hayırlar fethola, şerler def ola.
Münkir münafık yuf ve mat ola.
12 Imam efendilerimiz yardımcımız ola.
Nur-i Nebi, kerem-i Ali (Peygamberin nuru, Ali’nin iyiliği),
Pirimiz hünkarımız Hacı Bektaş Veli.
Yuf, lanet Yezid’e rahmet mümine...
Gerçekler demine, keremine Hü!”
Alevi yoluna girmiş kişiye talip denilir. Ona şu telkin duası okunur:
“Ey talip yalan söyleme, gıybet etme, şehvetperest olma.
Kibr ü kin tutma, kimseye hacet etme.
Gördüğün ört, görmediğin söyleme.
Elinle komadığın şeye yapışma.
Elinin ermediği yere elini uzatma.
Sözünün geçmediği yere söz söyleme.
İbretle bak, ilim ile (yumuşak) söyle.
Küçüğe izzet, büyüğe hizmet eyle.
İkrarını saf eyle (verdiğin sözü tut).
Hakkıözünde mevcut bil.
Erenlerin sırlarını anla.
Özünü tarikatte sabit kadem (kararlı) eyle.
Mürşidin Muhammed, rehberin Ali’dir.
Mezhebin Imam Cafer-i Sadık;
Güruhun naci; pirin Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir.”
Semahçılara verilen dua:
“Allah Allah!
Hayır hizmetleriniz kabul ola, muradınız hasıl ola,
İsteğinizi Hak Muhammed Ali vere.
Döndüğünüz semahlardan hayır hasanet göresiniz.
Ebu zer Gıfari’nin, Fatıma Ana’nın hüsün ü himmeti üzerinizde ola.
Aliyyel Murtaza Kırklar semahına kaydede.
Gerçeğe Hü!”
Göçen (ruhunu teslim eden) kişinin arkasında okunan duadan bir bölüm:
“Hak Taala hazretleri o göçen merhumun kabrini cennet,
Sorgu sualini kolay getire.
Azabı var ise yarlıgaya.
Ve cümle günahını bağışlaya.
Rahmet ve magfiret üzere ise rahmet ve mağfiretini günden güne artıra.
Allah diyelim; Allah Allah!”
Şeyh Safi Buyruğu’nda öbür aleme göçen kişinin arkasından beş veya üç erkek ile iki Müslim bacı, dara dururlar. Onlar göçen kişi niyetine ayakta iken bu duadan başka Hatayı’nin şiir biçimli bir duası okunur ki onun başlangıç beyti şudur:
“Hata kıldım Huda için bağışla
Muhammed Mustafa içün bağışla”
Buyruk’ta Sünni-Alevi Ibadet Anlayışı
Şeyh safi Buyruğu’nda ibadet konusu açıklanırken Sünnilikle Anadolu Aleviliği arasındaki fark gayet net biçimde ortaya çıkmaktadır. Sünnilik bir zahiri biçimi olarak tasvir edilirken Alevilik Batıni bir yol olarak tanımlanmaktadır.
Aşağıdaki alıntı bunu açıkça gösteriyor:
“(...) ve şeriat ehli olan kimseye lazım olan şunlardır: Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, gücü yeterse malının zekatını vermektir.
Tarikat ehli olan kimseye lazım olan ise:
Meskenet ıssı olup (kendi varlığından bile sıyrılıp) bir kez can-ü gönülden niyaz eylese (Tanrı’ya yakarsa) Hak katında makbule geçer.
Ve şeriata göre namazı cemaatle kılmanın hayrı ve sevabı çoktur; nerede cemaat çoksa oraya giderler.
Tarikata göre ise:
Mürşid huzurunda cem olup (toplanıp) sohbet halkasında (Cem törenindeki halka biçimli oturuş) oturmak, günahını ele vermek (söylemek) ve bin günaha bir özür niyaz eylemek (dilemek) de öyledir.
Bu talibin günahını ele vermesi, Mizan’da tartılmak gibidir.
Peymançe yerine (cemde meydana) geçip dara durması, Sırat-ı geçmek gibidir.
Ve de öz sitemine (ceza) razı olup erkana düşmek (kayın ağacından yapılmış Tarık –değnek altından geçmek. Burada Zülfikar’ı temsil ettiği kabul olunur.), teslim olmak, ölmeden önce ölmek gibidir.
Üzerinde Zülfikar yürütmek (Tarık, yani kutsal kayın değneği gezdirmek veya hafifçe onunla vurmak) yaptığı amellerin cezasını çekmek gibidir. Yani erkandan geçmek; günahlarından yarlıganmak (affolmak) gibidir.
Pir huzuruna gelip gülbank almak; Hak Taala hazretlerinin katında kabul ve makbul olmak gibidir.
Hac ve Kabe
Ve şeriat kavi, gücü yeterse Hacc’a giderler; yol yürürler; gidip Beytullah’ı (Kabe’yi) tavaf ederler. Ve hem cehennem ateşinden kurtulmak için Kabe’nin içine girmeğe çalışırlar.
Nitekim Hak Taala buyurmuştur: Her kim ki benim evime girerse, her türlü beladan emin olur, dünya ve ahiret korkusundan kurtulur.
Şimdi iyi bilmeli ki: Hak Taala’nın beytullah’ı (evi) müminlerin gönlüdür. Hz. Resul buyurmuştur: “Müminin gönlü Allah’ın evidir; müminin gönlü Allah’ın arşıdır.”
Müminlerin gönlü Hakk’ın nazargahıdır (baktığı, göründüğü, yeridir). Halis gönüle günde yetmiş kez bakar, inayet, merhamet, şefkatle nazar eder. Her kimin gönlünde Hak korkusu yahut sevgisi var ise o bakışın eseri görünür. Ve eğer yok ise sanık dildir (kırık, işe yaramaz gönüldür). O kimse taş gönüllüdür. Taşa su etki etmez ona da söz etki etmez ona da söz etki etmez.
Şurası bilinsin ki: Tarikat için Hacc’a gitmek, mürebbinin (eğitimcinin, mürşidin) gönlüne girmektir. Zahiren (şeklen, bedenen) Kabe’e giden, ayağı ile yürür gider. Amma gönül kabesine yüzü üzeri yürür gider. Dünya padiahları da Kabe’ye karşı başlarını yere koyup yüzlerini toprağa sürerler; yani namaz kılarlar; Hakk’a niyaz ederler.
Amma arif olan kişi Hakk’ı bilir, kendisine secde kılar. Hakk’ı bilmeyen sonuna dek müşkil (zorluk-şüphe) içinde kalır.
Hemen cehdedip (çabalayıp) bir gönül ele getirmeğe (gönül kazanmaya) gayret eyle ki Kabe’ye varasın; Hakk’ı kendi evinde göresin.” (Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu; s. 51 vd....)
Yukarıdaki alıntı göstermektedir ki Anadolu Aleviliğinin kutsal kitabı Buyruk, Sünni tapınma biçimlerinin yerine Batıni içerikli ibadet ve davranış biçimlerini önermektedir.
Buruk’ta dile getirilen bu görüşler, çok daha açık ve net olarak Yunus Emre’nin şiirlerinde karşımıza çıkmaktadır. (ilgili bölüme bakınız).
Bu nedenledir ki Yunus Emre’nin Batıni özlü şiirlerinin okunması Ebusuud Efendi tarafından dinsizli belgesi sayılmıştır. 16. yüzyılın bu otoriter Seyhülislam’; bu şiirleri okuyanların katledilmesi yönünde fetva vermiştir. (Semah Maddesine bakınız).
Su-Ağaç-Dağ Ruhları
Eski Türklerde; su, ağaç, kaya, dağ gibi doğal varlıklar da ruh sahibi kabul edilmişlerdir. Bunların ruhuna “yir-sub” (yer-su) deniliyordu. Güneşe yönelerek Gök tanrı’ya (Kök Tengri) tapınan, gece aya saygı sunan Türk insanı, gündelik yaşamında ise doğa varlıklarına saygı duyarak yaşardı. Hun yabguları her sabah ve akam bu töreni zorunlu olarak yerine getirirlerdi. Batı Hunları’nın kolu olan Tunceli halkı arasında bugün de aynı tapınma biçimi devam etmektedir ve diğer Aleviler de bu durumu çok iyi bilmektedir. “Ay Ali gün Muhammed” benzetmesi de bu eski inancı Islam içine taşıma etkinliğinden başka bir şey degildir.
Bugün Türk bayrağinda kullanılan ay-yıldız simgesi aslında yarım ay (hilal) ile güneşi gösterir. Bu iki sembole eski Türklerde “kün-ay” deniliyordu. Gün-ay sembolü; zamanla Muhammed Ali haline getirilmiştir.
Yıldız; güneş çiziminin zaman içinde değişmiş biçimidir. (Bu konu ile ilgili olarak Prof. Emel Esin’in Türklerde Maddi Kültürün oluşumu adlı eserinde ve diğer mekalelerinde ayrıntılar bulunmaktadır.)
Başlangıçta çok dallı olarak gösterilen güneş zamanla yıldıza dönüştürülmüştür. Günümüzde “Davut Yıldızı” da denilen ve Yahudilere mal edilen altı dallı yıldız da Türkler arasında ortaya çıkmıştır. M.Ö. 3. yüzyıla kadar uzanan bu olgununbir örneğini; Yahudi yerleşimi olmayan Niksar’daki ilk Türk mezarlığında bizzat tespit ettim. Malazgirt Savaşı’nda hemen hemen 10 yıl kadar sonra Niksar’da ilk Türk devletini Melik Danişmend Ahmet Gazi kurdu. Danişmendlilerin ilk sultanı olan Danişmend Ahmet Gazi’nin mezarı bu ilçede... Bu mezar, Aleviler tarafından kutsal kabul kabul ediliyor ve çocuğu olmayan kadınlar orayı ziyaret edip çocuk dileğinde bulunuyorlardı. Bugün Danişmend Gazi türbesinin çevresindeki mezar taşlarında açık açık Yahudi yıldızı denilen yıldızın oyulduğu mezar taşları bulunmaktadır. Aynı mezar taşları içinde eski Türklerden gelen “hayat ağacı/ölümsüzlük ağacı” çizimleri de bulunuyor. İslam etkisikuvvetlendikçe bu mezar taşları yitip gittiler ve Arapça yazılı taşlar bu çizimli taşların yerini aldı.
Türklerin ateşin su ile söndürülmesi güneşe saygısızlık kabul ediliyordu. Suların kirletilmesi de öyle idi. bu tavırlar, ruhlara hakaret idi. ulu ağaçların ruhu olduğu kabul edildiğinden onlar da kesilmezdi.
Türklerin kendilerinin meşe ağacından doğmuş kabul ettiği de tarihsel kayıtlarda yer almaktadır. Bunlara “miş-ar” denilmiştir. Meşe-er’i, meşe insanı demek olan bu terim; ağaca tapınmanın da iaretini taşır. Bu durumun en ayrıntılı anlatımını Alban Tarihi’nde yakalamaktayız. (Bak, Türk Kimliği, s. 74 vd...) 14. yüzyılda yazıya geçirilen Dede Korkut Hikayelerinde ağaca yönelik övgüler de eski geleneğin devamından başka bir şey değildir. Şah Hatayi’nin ağaçlarla ilgili güzellemesi bunun yansımasıdır. Bu şiirler; Islam öncesinde yazılan doğa şiirlerinin bir devamıdır. (Bu konudaki bazı örnekleri R. Rahmeti Arat; Eski Türk Şiirinden aktardık)
Bugün bile Alevi köylerinde aynı gelenekler devam etmektedir. Eskiden yer-su ruhlarının yerini şimdi “günah” kavramı almış ve eski inançlar Islam içinde de devam ettirilmiştir.
Anadolu Alevileri arasında kayın ağacı da kutsal sayılır. Alevi cem törenlerinde kullanılan ve kutsal olduğu kabul edilen asa da kayın ağacından yapılır. Binlerce yıl ötelerde de Türkler kayını kutsal ağaç saymışlardır.
Anadolu Aleviliği bu yüzden doğa ve doğal kaynaklarla barış içinde yaşamayı temel almış olan bir hayat tarzını temsil eder. Şu kesindir ki Türkler; bunca savaşcılığına karşın, doğayla savaşı kutsal ruhlara (tanrılara) karşı gelmek olarak görmüşlerdir.
Bu durum, hayvan-insan ilişkisinde de bütün canlılığıyla sürüp gelmiştir. Örneğin cem töreninde kurban edilecek koç vaya kısır koyun için yapılan tören; çok üzgün bir özür dileme, af dileme, bağışlanma ve canlıyı yüceltme eylemi gibidir. Kurban; oradaki canlardan birisidir ve en kutsal olanların başında gelmektedir. Hayvanın da insan gibi ruhu olduğu kabul edilmiştir. Bu yüzden onun kanı da kemikleri de kutsal sayılmıştır. Kurbanın kanının sokağa akıtılması, kemiklerinin bir çukura gömülmesi; hayvanın öbür alemde yeniden dirileceğine olan inanç yansıtır.
Aleviler etinden ve sütünden faydalandıkları, çifte koştukları hayvanları göz bebekleri gibi korumuşlar, onlara özel adlar vererek; nazar boncukları ve kelekler takarak bir insan gibi süslemişlerdir.
Pir Sultan Abdal’ın “Irençberler hoşça tutan öküzü” kavuştaklı şiiri bu sevgiyi gösteren eserlerden birisidir.
Don Değiştirme (Ruhun Ölümsüzlüğü)
Anadolu Aleviliği’ni oluşturan temel inanç biçimlerinden birisi de ruhun yeniden bedenlenmesi anlamına gelen ve don değiştirme olarak adlandırılan inanış biçimidir. Bu inanışta, ruh ölmez; bedenden bedene girerek varlığını sürdürür. Alevi şiirinde bu inanış çok sık tekrarlanmaktadır. 19. yüzyılın büyük ozanlarından Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’nın “Aynayı tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme” diyen şathiyyesi ile Şah Hatai’nin aslında kendisinin Hz.Ali’nin don değiştirmiş biçimi olarak anlattığı
“Be erenler be gaziler
Gelen Murtaza Ali’dir” diye başlayan devriyyesi bu don değiştirmeyi anlatır.
Aynı olayı Hünkar Bektaş-i Veli’nin hakka yürüdüğü durumun anlatıldığı öyküde de açıkça görmekteyiz. Menakıbname’deki bu söylencede; Hünkar Bektaş-i Veli ölmemiştir; çünkü tabutunun konulduğu deveyi çekip götüren tabuttaki Hünkar Bektaş-i Veli’dir... Türk kültüründe bu don değiştirme; ruhgöçüne inançtan kaynaklanır. Kökeni Şemanist ve Budist inanışın iç içe geçmesine dayanır. Bu inanca göre, insanoğlu öldükten sonra ruhu hayvanlara geçer ve belli bir dönüşten sonra yinden insanda bedenleşir. Bu durum; Islam dinine de tasavvuf kanalından girmiştir. Ruh; insana gelmeden önce cemadat (madenler), nebadet (bitkiler), hayvanat (hayvanlar) içinde yaşar ve insana ulaşır. Buna kavs-i nüzul da denilir. Ölümden sonra bu aşamalar kavs-i uruç olarak yeniden yaşanır. 16. yüzyılda Osmalı alimlerinin Aleviler arasında bu beden değiştirme inancını alaya alan fıkralar uydurdukları da letaifnamelerden anlaşılmaktadır.
İnsan ruhunun canlı cansız varlıklarda devrettiği inancı, Türkler Anadolu’da da yaşatmışlardır. Örneğin; insan sesini turnaya vermiştir. Yine değişik hayvanların donuna girerek sonsuz varlığını devam ettirir. Hacı Bektaş-ı Veli ve erenler, turnalar haline gelerek uçmaktadırlar. Zulmü temsil eden Hacı Toğrul bir toğrul (Kartal cinsi avcı kuş/toğrul-tuğrul-tuğrul’dan tuğra türetilmiştir. Çünkü Türklerde hakanlık simgesidir.) donuna girerek güvercin donunda bir kayanın üstünde bekleyen Hacı Bektaş-ı Veli’ye saldırır... bunun gibi pekçok söylence Alevi (kızılbaş) menakıpnamelerinde karşımıza çıkmaktadır.
Bu inanç, Alevi kitlenin hayvanlara karşı daha sevgiyle yaklaşmalarına yol açmıştır. Kurtlar ve kuşlar ile birlikte olan Alevi; onlarla birlikte Tabrı’ya seslenmeyi bir ulu tapınma biçimi saymıştır.
Kutsal Geyik
Anadolu Alevi toplumu arasındaki en kutsal hayvan, kuşkusuz ki geyiktir. Geyik avlamak; Alevilerde yasaktır. Geyik vuranın onmayacağını kabul edilmiştir: çünkü; Geyik don dağiştirenin en somut yaşandığı bir canlı olarak kabul edilir.
On binlerce yıl eskiye giden Türk kaya resimleri incelendiğinde; geyiğin kutsallaştırıldığı ve onun boynuzlarının hayat ağacı ile sembolize edildiği görülür. (Bkz: Taştaki Türkler, geyik piktogramları). Ulu kişilerin (Kutsalların/din önderlerinin) sık sık geyik donuna (görüntüsüne) girdikleri düşüncesi Aleviler arasında ortak bir inanç halindedir. Bu olgu birçok menakıbnamede ve pek çok şiirde karşımıza çıkar. Masallarda da don değiştirme sık sık görülür.
Geyiğin don değiştirme ve kutsallık ilişkisini en açık biçimde büyük Alevi ozanı Kaygusuz Abdal’ın hayatının anlatıldığı Abdal Musa Vilayetnamesi’nde görürüz. Abdal Musa Sultan; Torosların tepesinde geyik donuna girmiş ve Alanya Beyi’nin oğlu Gaybi’nin karşısına çıkmıştır. Gaybi, geyiği oklamış; kan izlerini sürerek onu bir dergaha kadar takip etmiş ve içerdeki dervişlerden vurduğu geyiği istemiştir. Dervişler; onu Abdal Musa’nın huzuruna çıkarmışlar; Gaybi isteğinde direnince Sultan sormuş:
-Okunu göstersek tanırmısın?
Gaybi, “Tanırım!” deyince; Abdal Musa Sultan (Sultan veya Hünkar, Alevilikte mana aleminin padişahı anlamında kullanılır) sağ kolunu kaldırarak koltukaltına saplanmış olan oku göstermiştir. Bundan sonra Gaybi, Abdal Musa’nın dergahına kapılanmış ve orada pişirilmiştir. (Çiğ iken olgun insan haline getirilmiştir.) Bu söylencenin tarihi bağlantısını; son kitabımız olan Yabancı Kaynaklara Göre Türk Kimliği’nde ortaya koyduk. İşin ucu en yakın olarak Abdal Musa’dan 800 öncesindeki Hun Türklerine (Batı Hunları/Gunlar/Kunlar) kadar getirmektedir.
Geyik ile Türkler arasındaki bağ çok sıkı. Geyik; “kurt”tan çok önceki ana totemlerden birisidir. Geyik; yazılı kaynaklardan ilkin Kuzey Karadeniz bölgesini ele geçiren Hunlara yol gösteren kutsal bir varlık olarak ortaya çıkar. Hun suvarileri Azak bölgesini ele geçirmek için geldiklerinde denizle karşılaşırlar. Bu arada ansızın bir geyik ortaya çıkar ve denize dalıp yürüyerek karşıdaki karaya ulaşır. Hun atlıları denizin derin olmadığını görünce geyiğin peşinden karşıya geçerler ve bölgeyi ele geçirirler. Atlılar geçtikten sonra geyik uk gözden kaybolur.
Uçan geyik inancı Asya Türkleri arasında da bengütaşlara (ölümsüzlük taşı) işlenmiştir. Taştaki Türkler adlı eserde; bengütaşlarda, tepede güneşi temsil eden daireye doğru uçar gibi yönelmiş geyik figürleri bunu gösteriyor.
Uçan geyiğin klavuzluk yaptığı kuzey Karadeniz’deki ana Hun boyunun adı Ağaçeri diye biliniyor. Hunların 369’dan başlayarak Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu’ya, oradan da Irak ve Süriye’ye kadar uzandıklarını eski tarihler ortaya koyuyor. Bu süreçte ve sonrasında Hun boyları daha çok Bizans Devleti ile işbirliği yaparak pers Imparatorluğu’na karşı savaşıyorlar.
Bu itifak nedeniyle Hun boyu Ağaçeriler, Doğu Anadolu’ya ve Güney Anadolu’nun dağlık kesimlerine yerleşiyorlar. Bugün, Tunceli’de dahil olmak üzere; Toroslardan Çanakkale’ye kadar uzanan dağlarda yaşayıp Tahtacı denilen Türklere, Selçuklu döneminde Ağaçeri denildiği biliniyor. Yani günümüzün Tahtacıları; Hun Türklerinin çocukları olarak, Oğuzlar’dan en az 600 sene önce Anadolu’ya yerleşmiştiler. İşte; Doğu Asya’dan, Sibirya hattından Ukrayna’ya uzanan ve ortadan da Toroslara gelen kutsal geyik efsanesi Türk kültürüne özgü bir olgudur.
Geyiğin kutsallığı üzerine Anadolu’da Türküler yakılmıştır. Aşık Kerem’den Neşet Ertaş’ın havalandırdığı “Yad avcı geldi” ayaklı türkü bunlardan birisidir.
Kara Kazan ve Mezara Yiyecek Bırakmak
Bugün Anadolu Alevilerinin en kutsal merkezi olan Hacıbektaş Ilçesi’nde bulunan Pir Dergahı’nda bir karakazan bulunur. Kurban pişirilen bu kazanın bilinen ilk örnekleri Macaristan’da yapılan kazılarda bulunmuştur. Tören yerlerinde karakazan kullanan bu halk da Türk halklarından birisi olan Avarlar’dır. Avar Türkleri; ölenlerin mezarlarına yiyecek ve su bırakıyorlardı. Ölenin öbür dünyada bu maddeleri yiyeceklerini düşünenAvarların torunları Anadolu’da karşımıza çıkıyor. Bu yöntem; günümüzde Ağaçeri (Tahtacı) Türkleri arasında devam ediyor. Balıkesir Altınoluk’a bağlı Alevi köylerinden olan Tahtakuşlar Köyü’nün mezarlığında mezarlarının başına su, yiyecek, çiçek bırakılmaktadır.
Bu davranışın sebebi; ruhun ölümsüzlüğüne olan inançtır. Islam öncesi Türk inanışında; kişinin öbür dünyada yaşadığına inanılıyordu. Bu yüzden ölenin yanına silahları da gömülüyordu. Atı da ona kurban edilip yanı sıra bulunması sağlanmak isteniyordu. Ataya bağlılık ve onun ölümsüzlüğü, kuvvetli bir inanç modeli oluşturmuştu.
Ataları kutsallaştırma (atalar kültü) Sünni Islam’da yokken, Anadolu Aleviliği Atalar kültünü bugün de sürdürüyor. Her Alevi büyüğü, kutsallaştırılıyor; çebresinde bir tekke, külliye oluşturuluyor. Hacı Bektaş Veli’den Karaca Ahmet Sultan’a ve Abdal Musa’dan Pir Sultan Abdal’a, hatta Aşık Mahzuni Şerif’e kadar bu atalar kültü yaşatılıyor. Bugün Aleviliği yaşayan ve yaşatan taban kitle de bu mekanlarla bütünleşerek inancını buralarda ortaya koyuyor.
Alevi dergahlarının yapılışı, kurban kesilmesi,karakazan olgusu; aynı zamanda Büyük Türk Hakanlığı diye adlandırılan Kök Türk Imparatorluğu’nun büyük kahramanı Kül Tigin’in tapınak mezarında da karşımıza çıkıyor. (Bkz: Yabancı Kaynaklara Göre Türk Kimliği, Kül Tigin bölümü)
Anadolu Aleviliği’nin yaşatıldığı ve üretildiği temel okullar olan, Alevi dergahları, Kül Tigin tapınağında da görüldüğü üzere; köken olarak eski Türk tapınaklarının devamı durumundadırlar.
Kızılbaş Deyimi
“Bab-ı Hayder’den diğer bir babe etmem iltica
Ey Harabi, ben Kızılbaş olduğum alem bilir”
“Ehl-i imana Kızılbaş dediler ey Kemteri
Nezd-i münkirde bir hamdilillah Kızılbaş olmuşam”
“Ta’n kılman dostlar gözlerim yaş olduğun
Ayb görmen Dertli’nin sizler Kızılbaş olduğun”
“Eylerim mehdinçünkü ol Şah-ın Kızılbaş’iyem
La fetta illa Ali la seyfe illa Zülfikar”
Aleviler, için özellikle onları horlamak amacıyla kullanılan bir niteleme de Kızılbaş sözüdür. Aleviler, Kızılbaş olmaktan utanç veya küçüklük duymazlar. Onlar, karşıt insanların bu sözü hakaret anlamında kullanmalarına kızarlar. Hatta, “Kızılbaşlık gibi unvanımız var” diyerek Kızılbaşlıklarıyla övünürler.
Kızılbaş deyiminin geçmişi ile ilgili olarak değişik olaylar gösterilirse de, Aleviler, Kızılbaşlık olayını Hz.Ali’ye bağlarlar. Onlara göre; Uhud’ta Hz.Muhammed’in yaralarından akan kanı Hz.Imam Ali, başına sürerek yere damlamasını önlemiştir. Hz.Imam Ali, Uhud’ta kendisini peygambere siper etmiş, herkes kaçarken, peygamberi korumuştur. Bu çarpışmadan tam 16 yerinde yaralanmış, eli, yüzü kan içinda kalmıştı. Başlığı da kandan kıpkızıl olduğu için Hz.Imam Ali’ye “Kızılbaş” demişler.
Yine; Hayber’in kuşatılmasında Hz.Imam Ali, başına kırmızı bir başlık sarmış, savaşa öyle girmiş ve kazanmıştır.
Peygamber ölünce, Hz.Imam Ali ve akrabalarından birkaç kişi naaşı yıkamış ve gömmüşlerdir.
Peygamber’in naaşını ortada bırakan Ebu Bekir ve Ömer, halife seçimi için sert mücadeleler yapıp bazı insanların onayını Ebu Bekir için almışlardır. Daha sonra peygamber akıllarına gelmiş, gidip mezardan çıkarmaya kalkışmışlardı. Bunu duyan Hz.Imam Ali başına kırmızı imamesini sarıp mezarın başında onları karşılamış ve “Eğer peygamber’i mezardan çıkarmaya kalkarsanız, hepinizi kırarım” demiş, Ebu Bekir’le Ömer’i ve yandaşlarını püskürtmüştü.
Sıffin Savaş’ında, Hz.Ali’nin askerleri, başlarına kırmızı serpuş, giymişlerdi.
Bundan sonra, Aleviler için kızmızı başlık ayırıcı bir işaret olmuş, Hz.Ali’ye bağlılığın, onun yolunda olmanın sembolü sayılmıştır.
Tarihsel süreç incelendiğinde; kızıl başlık takmanın bir ayağının Mazdaizme kadar gittiğini görmekteyiz. Ateşi ve ateşin kutsallığını gösteren bu renk, aynı zamanda günahtan arındıran bir alaz (alev) sembolüdür.
Kızılbaşlar; tarih içinde; Şia’nın aşırı kolunu oluşturmuşlardır. Bu aşırı hareketin en keskin biçimde ortaya çıktığı yer de Azerbaycan –Horasan hattı olmuştur. Meşhur Bebek el Hurremi 816 yılında Abbasi Devleti’ne isyan ettiğinde başına kırmızı bir başlık geçirmişti ve askerleri de öyle giyinmişti. Babek adından ve kumutanlarından anlaşıldığı üzere bu isyan; bir Türk isyanı idi. Tarihte Batıniler olarak da adlandırılan aşırı Alevilere; Sünni tarihçiler ve din adamlara “muhammara” yani kırmızı giyenler adını vermişlerdir.
Daha sonra yine Azerbaycan’da Erdebil’de 13. yüzyılda bir Alevi ocağını oluşturan Şah Safiyuddin (Safavi ailesinin başı) da yandaşlarına tepesi 12 dilimli kızıl külah giydirmiştir.
Meşhed bölgesinde Ali Allahiler, batı Iran’daEhl-i Haklar denilen topluluklar, Anadolu’da Sofi Sürekleri olarak adlandırılmışlardır. Bunların inancını Bektaşi denilen gruplar da aynen kabul etmişlerdir.
16. yüzyılın başında Şah Ismail’in örgütlediği kırdaki (göçebe) Türk ile Osmanlı’nın yerleşik Türk’ü çatışmaya başlayınca; geleneği temsil eden Safaviler; Anadolu’daki göçebe Türkleri yanlarına çektiler. Bunlar; büyük ölçüde Alevi kimlikli idiler. Böylece; Alevi-Sünni çatışması denilen bir süreç ortaya çıkmış oldu. bu süreçte Osmanlı yönetimi; Iran Türk devleti Safavilere bağlı olanları Kızılbaş diye suçlayıp halk katında kötü gösterecek iftiralar üreterek dışladılar.
Kırmızı külah giymenin tarihsel derinliği Anadolu’da daha da eskiye gider. Selçuklular döneminde 1277 yılında ayaklanıp Konya’ya giren Kahramanoğulları kuvvetlerinin de başlarında kırmızı börk vardır. Selçuklular çağında Anadolu’daki savaşçı Türkmenler, kırmızı başlık giyiyorlardı. Gazi ruhlu bu insanlar Alevi idiler. Osmanlı Beyliği kurulunca, diğer beylik askerlerinden kendilerininkini ayırmak için kırmızı börkü ak börke çevirdiler. Askerler, o zamana kadar 12 Imam’a bağlılıgının ifadesi olarak 12 dilimli külah giyiyorlardı. Osmanlılar, ayakları yere basıncabunu da 6 dilime çevirdiler. Böylece Anadolu’daki Alevi çoğunluk baskı altına alınmaya, eritilmeye başlanıyordu.
Hacı Bektaş Veli de, Alevi yoluna uygun olarak başına kırmızı renkli imame sarmış, böylece kendisinin Hz.Ali yolundan olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Şunu önemle vurgulamak gerek: Anadolu’da Hacı Bektaş ocağına bağlı Bektaşi Alevilerden ve seyyid denilen dede ocaklarına bağlı, Hacı Bektaş-ı da makam ve büyük pir sayan Alevilerden başka bir Kızılbaş topluluğu yoktur.
Kızılbaşlık da; kaynağı Hz.Ali’ye uzanan açık bir bağlanmanın ifadesidir. Anadolu Aleviliğinde Kızılbaş ile Alevi aynı şeydir. Tarihsel süreç de gösteriyor ki Kızılbaşlık daha çok Türk kültürü ile ilgili bir olgudur.
Kızılbaş Bir Boydur
Zaman içinde Anadolu Alevilerini anlatan bir terime dönüşen Kızılbaş’ın; aynı zamanda bir Türk boyunun adı olduğu da belgelenmiş bulunuyor. Sovyet tarihçisi Raim Gumeroviç Kuzeyev, Itil-Ural Türkleri adlı eserinde Itil (Volga) ve Ural arasındaki Türk boylarını incelenmiş bulunuyor. Başkurtlar diye bilinen buradaki Türkler; yüzlerce boylardan oluşuyor.
Dört bölüme ayrılan Başkurtlar’dan Kuzeydoğu’dakiler Ay, Katay ve Tabın boylarından oluşuyor. 7 kümeye ayrılan Ay boyu; Dema Nehri ile Tobol Nehri arasına saçılmış bulunuyor. Bunlar arasında Öz Ay’lılar olarak şunlar dikkat çekiyor: buhar, Sart, Özbek, Kızılbaş, Karakalpak, Türkmen.
Prof. Kuzeyev, bunların kökenini Orta Asya’ya bağlamaktadır. Dr. Ahsen Batur da Türk bayları üzerinde yaptığı çalışmada; Kızılbaş’ın bir Türk boyu olduğunu değişik kaynaklardan saptamış bulunmaktadır.
Bu saptama; Türklerin göçebe kesiminin; Kızılbaşlığı; Ali kimliği ile harmanlayarak ona yeni bir içerik kattıklarını ortaya koyuyor.
Kardeşlik/ Musahiplik
Evli her Alevi ailesi, kendisiyle ekonomik olarak benzeşen anlaşabildikleri başka bir aile ile kardeş (musahip) olmak zorundadır. Böylece toplumsal dayanışma kurulur. Musahipler arasındaki bu dayanışmanın; Islam öncesindeki Türkler arasında görülen kan kardeşliği sisteminden derin izler taşıdığı anlaşılmaktadır. Cem töreninde “görülmek (sorgulanıp arınmak)” için kardeşlik sistemine girmek şarttır. Kır Aleviliğinde müsahipsiz bir insanın yaşaması mümkün olmamıştır. Bu sistem; bir tür komün düzeni olarak görülebilir. Müsahiplik sistemi, dinsel olarak da Medine’ye göçen ilk Müslümanların birbirleriyle kardeş yapılması düzenine dayandırılır. Burada Hz.Muhammed ile Hz.Imam Ali kardeş olmuşlardır. Eski Türk geleneği olan kan kardeşliği bu yolla tarikat kardeşliğine evrilmiştir.
Kitap: Türk Aleviliği
Yazar: Rıza Zelyut
Ekleyen: Seyyid Hakkı